Anasayfa » “Arı Kovanına Çomak Sokmak” Ya Da “Züccaciye Dükkânına Dalan Fil”

“Arı Kovanına Çomak Sokmak” Ya Da “Züccaciye Dükkânına Dalan Fil”

Yazar: Dr. Ahmet Yılmaz

Atasözü ve deyimler ya da eski deyişle darb-ı meseller; toplumun tecrübesinden neş’et eden, mecazî anlatımı kuvvetli, ikaz edici mahiyette sözlerdir. Onlar, yalnızca gündelik dilin süsü değil çoğu zaman toplumun irfânî tecrübelerinden süzülen hikmet elçileridirler. 

 -Öyle veya böyle- kendi dünyasında (uğultulu kovan) yaşayan ve halinden de mutlu görünen ve dış müdahaleye büyük ölçüde kapalı bir haneye hoyratça el uzatmayı tanımlamak için “arı kovanına çomak sokmak” deyimi kullanılır olmuştur. Evet, her arı bir koloniye aittir. Sosyal canlılardır; tek başlarına değil, binlerce bireyin bir arada yaşadığı karmaşık gibi görünen bir düzen içinde varlıklarını sürdürürler. Ama “yalnız arılar” (Osmia, Megachile) da çok nadir olarak görülür. Kimi toprakta küçük delik açar, kimi duvar kovuğuna ya da odun aralığına yerleşir. İlahi irade, onlara bile bir misyon yüklenmiştir; tozlanmaya katkı sunarlar. Bir taraftan da yalnızlığın bir hak olduğunun ispatı gibidirler. Kur’an’da kendisine işaret edilmesiyle ve hatta bir süreye isim olmasıyla ibret nazarlarımıza sunulan arıların en çok bilinen türü, belki de insana doğrudan faydası (bal) sebebiyle “bal arısı”dır. Ama yukarıda işaret ettiğimiz üzere, arılar sadece bal arılarından ibaret değildir. Bir de “yaban arıları” vardır. Daha iri ve ürkütücü olan bu arılar; bal yapmazlar, ama güçlü çeneleriyle böcek avlar, larvalarını beslerler. Daha saldırgandırlar; sokmaları bal arısından daha acı verici olur. Bal arısının aksine tekrar tekrar sokabilirler. Ama Cenâb-ı Rabb, onlara bile hikmetli bir vazife yüklemiştir. Zararlı böceklerin kontrol ederler. Yaban arıları avcıdır. Tırtıl, sinek, örümcek ve tarıma zarar veren pek çok böceği yakalayıp yavrularına taşırlar. Bu sayede doğal bir biyolojik mücadele unsuru olarak ekosistemde dengeyi sağlarlar. Bal arısı kadar etkili olmasalar da yaban arıları da çiçeklere konarak polen taşırlar. Özellikle bazı bitkilerin tozlaşmasında tamamlayıcı rol oynarlar. Kendileri de kuşlar, memeliler ve başka böcekler için besindir. Böylece ekosistemde denge halkasının bir parçası olurlar. Ama sonuç itibariyle yabanidirler ve tam da bu yüzden halk arasında “eşek arısı” olarak isimlendirilirler. Leş yiyici yaban arısı türleri bile vardır; çürümüş et ve artıklarla beslenerek doğadaki çöpün azalmasına katkı sağlarlar.

Genellikle koloniler halinde yaşayan arılar, sabır ve intizamla kendi dünyalarını inşa ederler. Kimi bal yapar, tadından yenmez; kimi bal yapmaz, uğraşırsan sokması dinmez. Sonuçta kovanı kendi dünyasıdır ve kendini güvenli hissettiği mekânıdır. Orada hiçbir şey fazladan bir müdahale istemez, çünkü her şey ölçüyle işler. 

Dışarıdan gelen ani ve kaba bir temas, arının bunu tehdit olarak algılamasına yol açar. O andan itibaren, kovanın içindeki düzen dağılır; balın bereketi değil, sokmaların acısı öne çıkar. Böylece fayda umulan yahut masum görünen bir hareket, bir anda zarara ve kaosa dönüşür.

Bu deyim, yalnızca tabiî bir tasviri dile getirmez; aynı zamanda insana dair bir hakikati de ifade eder: Kendi dünyasında, kendi işini, kendine göre, öyle ya da böyle bir düzen içinde sürdüren bir topluluğa, kuruma ya da kişiye yapılan usulsüz / ayarsız / orantısız müdahale, çoğu kere fayda değil fesat doğurur. Buradaki ibret ya da incelik şudur: Hakikate dokuma gayretindeysen ya bilgiyle dokun ya da hiç dokunma; aksi hâlde elinde kalan, yalnızca uğultular, kırgınlıklar ve yara olur. 

Kovanın içindeki nizam, sabırla işleyen bir düzenin; arının uğultusu ise o düzenin görünmez gücünün remzidir. Ona ölçüsüzce dokunmak, düzeni darmadağın eder, hak ile bâtılı birbirine katar, ortalığı da uğultuya boğar. 

Bu darb-ı meseller, idrâk sahiplerine şunu fısıldar: Hakikatin eşiğine kaba kuvvetle varılamaz; usûl bilmeyen müdahale, faydadan ziyade fesat doğurur. Onun için bu sözler, halk irfanında, yalnızca dile yerleşen kalıplar değil, aynı zamanda davranışa yön veren uyarı levhalarıdır. Böylece deyim, mecazın kudretiyle hikmete yol olur; söz, sıradanlıktan çıkar, ibretin işaret taşına dönüşür.

Benzer bir manayı, “züccaciye dükkanına fil gibi dalmak” deyiminde de yakalayabilirsiniz. Bu deyimde de züccaciye dükkânı kırılganlığın timsalidir; oraya bir filin girmesi ise nezaketsiz kudretin inceliğe kastetmesi anlamını resmeder. Hele ki kendi eviniz kristalden (mesela hizmet hareketinin savunduğu insani ve ahlaki değerler) ise başkasının camına taş atmayacaksınız! İnsanın duygu, düşünce ve fikirlerini doğru, güzel ve etkili bir biçimde ifade etmesi bir sanattır. Sözü yerinde, zamanında, uygun üslûpla ve etkili bir şekilde kullanma ilmine veya sanatına ise belâgat diyoruz. 

Evet, nezaket ve rikkat isteyen bir sahaya / yere hantal bir şekilde ve kaba kuvvetle giremezsiniz. Aslanın pençesinden sâdır olan yara bile iyileşir ama yersiz-yurtsuz bir sözün açtığı yara kolay kolay iyileşmez. Söz, insanın aynasıdır; üslup ise o aynanın cilâsı. Ne var ki kimi zaman kelâm, ölçüsüz bir ağırlıkla sahneye çıkar; sözün sahibi, incelik isteyen mekâna fil gibi dalar. İşte latif ve sanatlı sözü tanımayan dil de odur. Harflerin camdan narinliği, kaba üslubun ağırlığı altında çoğu kere paramparça olur. Oysa üslup, kelimenin elbisesidir; elbisesi yırtık olan hakikat ise çıplak kalır. Bunun içindir ki, sözün izzeti usûlde, yazının vakarı ise üsluptadır. Fil misali hoyrat hareket eden kalem, hakikati taşıyamaz; çünkü hakikat, nazik bir kervan yüküdür, hantal bir hayvanın sırtında düşer, dağılır. Ve evet, “Nâdân ile sohbet güçtür, bilene! Çûn ki nâdân ne gelirse söyler diline!” Ya da “dilim seni, dilim seni, dilim dilim dilem seni!” Ya da “dilin kemiği yok ki!” 

Her mekânın, her toplumun, her kurumun kendine has bir raconu, yani yazılı olan-olmayan kuralları; bir usûlü, yani işleyiş tarzı; bir de erkânı, yani vakar ve adabı vardır. Bu, bir kahvehane için de böyledir, dergâh için de herhangi bir meclis için de. Her mecra -ister sohbet ister yazı, isterse dijital bir platform olsun- kendi usûl ve erkânını tesis etmedikçe, sözün kıymeti eksik kalır. Çünkü usûl, sözün iskeleti; bilgi ve temkin, onun vakarıdır. Bunlar olmazsa, söz kaba bir gürültüye, fikir ise nizamsız bir kalabalığa dönüşür. Usûlsüz iş, vusûlsüz kalır.

Aynı hakikat şu dipsiz kuyu mesabesindeki X mecrası için de geçerlidir. 

İfritten bir süreçten geçiyoruz. Kendi dar okumalarıma göre, insanlık tarihinde “şeffafiyet” kelimesinin hem bu kadar yıpratıldığı hem de kendisine böylesine muhtaç kalındığı bir başka dönem yaşanmamıştır. Bir yandan anlamı lime lime edilmiş, tüketilmiş; diğer yandan varlığına en çok ihtiyaç duyulan çare hâline gelmiştir. Bu hâl, susuz bir yolcunun elindeki su sürahisini kırıp sonra su arayışına düşmesine benzer. Şeffafiyet, bugün hem en çok istismar edilen hem de en çok özlenen hakikat olmuştur. Mesela, X platformunda müstear isimle ya da çakma bir fotoğrafla bir şeyler yazıp çizebilirsiniz. Bu bir noktaya kadar hoş görülebilir. Bunun da değişik gerekçeleri olabilir. Ama nereye kadar? Bunun dini ve ahlaki sınırları olmalı değil midir? Güvenlik ve siyasi baskılardan kaçınma, mütevazılık ve nefis terbiyesi, edebi persona inşası ya da sanatsal bir yaklaşım. Evet, bunlar meşru gerekçeler olarak kabul görebilir. 

Meşhur İngiliz yazar George Orwell’ın (ö. 1950) asıl adının Eric Arthur Blair olduğunu duyduğumda hayli şaşırmıştım. Sonra bir de baktım ki dünya edebiyatında bunun birçok örnekleri var: Ünlü mizahçı Mark Twain (ö. 1910), Samuel Langhorne Clemens; filizof ve yazar Voltaire (ö. 1778) ise François-Marie Arouet imiş mesela. Geleneğimizde de bunun örnekleri geçmişten günümüzce çokça görülmüştür. Peyami Safa (ö. 1961), Server Bedi adıyla polisiye romanlar yazmıştır. Namık Kemal (ö. 1888) gençlik yıllarında Mekteb-i Edeb; Halide Edib Adıvar (ö. 1964) bazı yazılarında Halide Salih imzasını kullanmıştır. Bilebildiğim kadarıyla Fethullah Gülen Hocaefendi de yukarıda ifade edilen belli gerekçelere dayanarak bazı müstear isimler kullanarak yazılar yayınlamıştır. Zaman gazetesinde yazdığı “itidal” ve “temkin” televvünlü yazılarını zevkle okuduğum Ahmet Selim aslında Zeki Önal (ö. 2016) ve Hekimoğlu İsmail de aslında Ömer Okçu (ö. 2018) idi. Onların fikirlerini farklı bir kimlikle dillendirmesi, aslında kelâmın şöhretle karışmaması ve hakikatin sözün önüne geçmesi içindi. Bizim geleneğimizde müstear, bir maske değil, bir aynadır; yazarın gerçek benliğini saklamaz, bilakis kelimenin ışığını daha berrak göstermenin bir yoludur. Oysa dijital çağın “fake” hesapları, çoğu kez edebî bir kimlik arayışından ya da hakikatin intişarından değil, kimlik gölgesinde mevzilenen kimliksizlikten beslenir. Müstear, kelâmın izzetini korurken; fake hesap, tarafgirlikten beslenir ve sözün vakarını ayaklar altına alır. Biri üslubun inceliğiyle yeni bir nefes açar, diğeri hoyratlığın gürültüsüyle ortalığı karartır. İşte bu yüzden; müstear, edebiyatın terbiyeli çocuğuyken fake hesap ise irfansızlığın maskesiz maskarasıdır. Fake bir hesapla, genel ve belli bir koordinat içermeyen değerlendirmeler yapmak, belki bir nebze anlaşılabilir; orada söz, şahsa değil, zamana yahut zemine savrulur; kimliğin gölgesinde değil, düşüncenin rüzgârında söylenmiş gibidir. Fakat fake bir hesapla gerçek bir hesaba sataşmak, edebin ve insafın bütün sınırlarını ihlal etmek demektir. Hele ki bunu, -adı üstünde- “yapay” zekâya yaptırmak ve sonra başarısız bir makyajla o hırsızlığı sıvamak, acınası bir irfansızlık; kelâmın asaletiyle alay eden bir şahsiyetsizlik; insanın kendi kaleminden mahrum kaldığını itiraf eden bir sefilliktir.  Bu geçmişte nasıl böyle olduysa, gelecekte de aynı şekilde olmaya devam edecektir; çünkü zaman, hakikatin sürekliliğini değiştiremez.

Müstear isim, aslında kalemin vakarını korumak için bir perde iken; fake hesap, kofluğun ve yüzeyselliğin maskesidir. Müstear, kelâmı yüceltir; fake, kelâmı kirletir. İşte bu yüzden, kimliğini gizleyerek hakikate dokunmakla, kimliğini saklayarak birine taş atmak arasında kalın bir çizgi vardır: birincisi sözün hakkını teslim eder, ikincisi ise sözü sahteliğe kurban eder.

Bir fake hesabın, şahsen geçmişte benim de birçok eleştiriler yönelttiğim ve hatta bazılarını yazdığım Dücane Cündioğlu’na öyle veya böyle sallaması, tam da “arı kovanına çomak sokmak” ve “züccaciye dükkânına dalan fil” deyimlerini hatırlattı bana. Zira Cündioğlu’nun etrafında yılların biriktirdiği tartışmalar ve fikir tortuları, karanlıkta atılan bir okun sarsıntısını taşımaz; böyle bir saldırı zaten muhatap bulmaz, bulsa da insafla karşılanmaz. Çünkü fikir, ancak delil ve usulün ışığında konuşur. Sahte bir kimlikten yöneltilen söz, hedefe varmaz; yankısı da sahici olmaz. Hele ki bu iş, fake bir hesaptan ve üstelik yapay zekâya havale edilmiş ucuz bir saldırıyla yapılırsa, züccaciye dükkânına dalmaktan farksızdır. Hakikati aydınlatmaz, yalnızca ortalığı karıştırır.

İşte bu sebeple, böylesi bir sataşmanın trajedisi yalnızca Cündioğlu’na yönelmiş bir söz olmaktan ibaret değildir; aynı zamanda üslubun, adabın ve kelâmın vakarını hiçe saymaktır. Son tahlilde, ne arı kovanı hoyrat bir çomağı kaldırır, ne de züccaciye dükkânı filin hantal adımlarını. Hakikatin eşiğine usûlsüzce varan her söz, fayda yerine fesat doğurur; üslubu yamalı olan kelâm, sahibini zorda bırakır. O hâlde unutulmamalıdır ki: sözün izzeti üsluptadır, kalemin vakarı usûlündedir. 

Aksi hâlde geriye kalan, yalnızca uğultu, kırık dökük ve telafisi güç yaralardır.

You may also like

Leave a Comment