Vahyin indiği andan itibaren Hz. Peygamber, bütün muhataplarını ilâhî beyânın nuruyla aydınlattığı gibi, şartların belli ölçüde sağlanmasıyla da onun bazı hususi simaları dinde derinleşecek (tefakkuh) şekilde özel olarak yetiştirdiğini, en azından onlara bu ortamı sunduğunu görmekteyiz. Ashâb-ı suffa bu durumun vuzûha kavuşmasını sağlayacak bir örnektir. Sayıları bazen üç yüzleri bulan Ashâb-ı suffa kısıtlı imkânlarla geçinir, mescidde ikâmet eder ve Allah resûlünden azami istifadeye çalışırlardı. Âdeta misyonları Hz. Peygamber’in söz, fiil ve tavırlarından hiçbir şeyi kaçırmadan muhafaza etmek olarak belirlenmiş gibidir. Nitekim Hz. Ömer gibi önde gelen sahâbîlerin bilemediği hususları bu ocakta yetişenlerin bilebildiğine hadis kaynaklarında sıkça rastlanabilmektedir (Örnek olarak bkz. Buhârî, “Buyû‘, 9). İslâm tarihinde bu şekilde başladığını kabul edebileceğimiz bir tedris hareketi sonraki dönemlerde sahâbelerle devam ettirilmiştir. Birçok sahâbenin tedris halkası olmuştur. İbn Abbâs, İbn Mes‘ûd, Ubeyy b. Ka‘b, Zeyd b. Sâbit vb. bu isimler arasında sayılabilir. Sahâbelerin ders halkalarından yetişen isimler ise yine ilim ve tedris halkaları oluşturarak bu geleneği sürdürmüşlerdir. Kurumsal bir hüviyete kavuşana kadar da asırlar boyunca tedris faaliyetleri mescid merkezli olarak bu talim ve tedris halkaları ile gerçekleşmiştir.
Medreselerin kurulmaya başlanması söz konusu tedris faaliyetinin ikinci bir aşamasını ve kurumsal yüzünü ifade eder. Her ne kadar medreselerin kuruluşunu Nizâmiye medreseleriyle başlatmak yaygın olsa da Nizâmiyeler öncesinde de İslâm dünyasında medreseler bulunmaktadır. Fakat hoca ve öğrencilere kalacakları odalar tahsis ederek barınma imkânlarının sağlanması gibi özelliklerle Nizâmiye medreselerinin önceki medreselerden ayrıştığı söylenebilir. Nizâmiyeler sonrası medreseler kurma düşüncesinin yaygınlaştığı, medreselerin hızla çoğaldığı görülmektedir. Örneğin Nureddin Zengi döneminde medreseler Suriye’nin bütün şehir ve beldelerine yayılmıştır. Eyyûbîler döneminde ise sadece Şam’da doksan civarı medreseden bahsedilmektedir. Yaygınlaşarak devam eden medreseler Osmanlı döneminde daha resmi bir hüviyete bürünmüş; bir nevi kadı, müftü vb. devletin ihtiyaç duyduğu görevlileri yetiştirme merkezlerine dönüşmüştür. Ancak devletin kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki medreselerdeki canlılık ve ilmi hareketliliğin sonraki dönemlerde kaybolduğunu söylemek yerinde olacaktır. Hatta 17. yüzyılda Kâtip Çelebi gibi isimlerin medreselere yönelik ciddi eleştiriler yönelttiğini görmekteyiz. Osmanlı’nın son döneminde ise devletin sıkıntılı durumunun müsebbipleri arasında medrese de gösterilmiştir. Medreselerin ıslahına yönelik bazı çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar bir sonuca ulaşmadan Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonrada Tevhid-i Tedrisât kanunu ile medreseler kapatılmıştır. Sonraki dönemlerde ise İslâm enstitüleri ve ilahiyat fakülteleriyle yüksek dini tedrisât farklı bir boyutta devam etmiştir. Bunu da söz konusu tedrisin üçüncü bir aşaması olarak ifade edebiliriz.
Dini tedrisatın söz konusu üç aşaması tamamen birbirinden ayrışmış olarak görülemez. Örneğin Medreselerin kurulması dini tedrisâtın kurumsal yüzünü oluşturmuşsa da dini tedrisatın sırf medreselerde gerçekleştiği de söylenemez. Medreseler öncesinde olduğu gibi mescidlerde ve daha başka ortamlarda da medreseler kurulduktan sonra da tedris faaliyetleri devam etmiştir. Kezâ medreselerin kapatılması sonrası gayrı resmi ve gizli olarak medreselerin faaliyetleri belli ölçüde devam etmiştir, etmektedir. Yine farklı coğrafyalarda bu aşamaların aynı şekilde gerçekleştiği de söylenemez. Bu çok geniş konunun bütün tafsilatını ele alma niyetinde değiliz. Özellikle dini tedrisin üç aşaması içerisinde gerçekleşen tedris faaliyetinin meyveleri, yani ulemâsı hakkında iki açıdan bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz. Birincisi ilmi yeterlilik, ikincisi ise otorite ile ilişki.
Öncelikle ilmi yeterlilik anlamında medrese geleneği ile medrese öncesi ve medrese dışı gelenek büyük farklar göstermemektedir. Medrese öncesi dönemde fikri canlılığın daha fazla olması düşüncenin son sınırlarına -bir nevi kemâle doğru- yol alması daha doğrusu henüz tam olarak kemâle ermemesiyle ilgilidir. Bu ise ilmî yetkinlik veya yeterlilik anlamında bir farklılık ifade etmez. Bu iki gelenek de ilmî yeterlilik anlamında ilâhiyat fakültelerinin çok önündedir. Bununla beraber zaman içerisinde özellikle medrese geleneğinde eğitim kalitesinde bir düşüşün olduğu da bir gerçektir. Biraz da bu, sadece dini düşüncenin değil, farklı ilimlerin de medresede üretilmesini beklemekle ilgilidir. Söz konusu ihtiyaca cevap verememenin de medreselerin gözden düşmesinde etkisi olmuştur. Buna ek olarak akliyata yönelik ilimlerin zaman zaman müfredattan çıkarılması, genel olarak devletin yaşadığı sorunların medreselerin işleyişini olumsuz olarak etkilemesi de medreselerin zayıflamasına sebep olmuştur. Bununla beraber müfredatlarına ve okutulan eserlere bakıldığı zaman bu eğitim kurumlarının tamamlamış kimselerin sistematik ciddi bir dini bilgi birikimi olduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim medreselerin işleyişlerinin büyük ölçüde bozulduğu son dönemlerinde dahi Bediüzzaman Said Nursi, Mustafa Sabri Efendi, Zâhidü’l-Kevserî ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi çok önemli isimlerin yetişmesini sağlamaları da bunu teyit etmektedir.
İlâhiyat fakülteleri için ise aynı şeyi söyleyemeyiz. Esasında İlahiyat fakültelerinin müfredatı medreselerin ıslahına yönelik çalışmalarda talep edilen bir müfredat olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu müfredat ile öğrencilere hem dini tedrisatın hem de çağı anlayabileceği bir formasyon verme amaçlanmaktadır. Fakat, tedris faaliyetinin geleneksel bağlantısının koparılmış olması nasıl bir eğitim sürecinden geçileceği noktasında bir muğlaklık oluşturmuştur. Bu nedenle Arapça gibi âlet ilimlerinin dahi yeterli ölçüde bilinmeden mezun olunduğu bir ortam oluşmuştur. Sağlam bir temelin olmayışının üzerine branşlaşmanın getirdiği bazı körlükler de eklenince din bilen bir âlim profili ilahiyatların üretememesi, dinin bütüncül kavrayışına yönelik bir ortam sunamaması sonucu ortaya çıkmıştır. Bununla beraber ilahiyat fakültelerinin hepten yok sayılmasının da haksızlık olduğunu söylemeliyiz. Zira Diyanet İslâm Ansiklopedisi gibi yüz akı bir çalışmada ilahiyatların birikiminin çok önemli bir yeri olduğu ortadadır. Ancak söz konusu ansiklopediyi sırf ilahiyatların birikimine indirgemek de başka bir haksızlık olacaktır. Zira medrese geleneğinin yetiştirdiği ulemanın da doğrudan ve dolaylı olarak bu eserin telifine büyük katkısının olduğunu da söylemeliyiz.
Sonuç olarak ilmi yeterlilik anlamında medreseden ilahiyata ulemâ profilinin seviye kaybettiği ifade edilebilir.
Otorite ile ilişki açısından ise medrese ile ilahiyat fakülteleri bazı yönlerden benzerlik arz ederken bazı yönlerden de farklılaşmaktadır. Örneğin otorite ile çatışmama bakımından medrese ve ilahiyat belli ölçüde benzerdir. Bunda ise tedris imkânları ve tedris sonrası süreç için otoriteye muhtaç olunma durumu etkilidir. Örneğin, medreseden mezun olan birisi devletin kendisini bir mansıba tayin etmesini beklemektedir. İlahiyat açısından da durum böyledir. Yönetimle çatışan bir âlim profilinin kendisine bir kürsü veya maişetini temin edeceği bir ortam bulması bir hayli zordur. Ancak medresenin yönetim üzerinde onu meşrulaştıran bir gücü vardır. Bu nedenledir ki birçok sultan önemli âlimleri himaye edip kendilerine tedris imkânları sunma için gayret göstermişlerdir. Fakat ilahiyat fakültelerinin meşrulaştırıcı rolünü bırakın kendi meşruiyetleri dahi tartışma konusu olmuştur. Dolayısıyla ilahiyatlar, medreselerden daha fazla otoriteye yakın durup meşruiyet sağlamaya meyillidir. Bu nedenledir ki yönetimin tavır aldığı grup ve fikirleri ilahiyat camiasının da tavır aldığı görülecektir.
Medrese öncesi süreçte yetişen ve medreselerin var olduğu dönemde bu sistemin dışında yetişen ulemanın bu noktada daha farklı bir tutumu olduğu görülecektir. Mezkûr profildeki ulemânın varlık ve meşruiyetlerini borçlu olmamaları bakımından otoriteye yakın durma zorunluluklarının olmadığı açıktır. Bu nedenledir ki söz konusu profildeki pek çok âlimin otoriteyle sorunlar yaşadığını görmekteyiz. Ebû Hanîfe’nin, Ahmed b. Hanbel’in, İmâm Şâfiî’nin yaşadığı sorunlar bilinen hususlardır. Yine İmâm Mâtürîdî’nin yönetimle yaşadığı sorunlar ve İmâm Serahsî’nin meşhur eseri Mebsût’u hapsedildiği bir kuyu dibinde yazmak durumunda kalması gibi örnekler de bunu gösterirler. Fakat ulemânın mutlak bir muhalefete kendini konumlandırdığını da söyleyemeyiz. Nitekim Ebû Yûsuf gibi pek çok âlim ve fakihin yönetimle iyi ilişkiler geliştirdiği de bir gerçektir. Fakat bu dönemde genel olarak sultanlara yakın olmaya karşı olumsuz bir bakış söz konusudur. Bu dönemde ve bu profildeki ulemâ için sultanlara yakın olma ve onların kapısını aşındırma genel olarak bir düşkünlük ve erdemsizlik olarak görülmüştür.
Sonuç olarak dini tedrisin üç aşaması olarak ifade edebileceğimiz süreçte medrese öncesi ve medrese dönemi ilmi yeterlilik ve donanım bakımından dönemsel şartların etkileri haricinde benzerdir. Fakat ilahiyatlar ilmi yeterlilik olarak bu geleneğin çok gerisindedir. Otoriteyle ilişki bakımından ise ilahiyat ve medreseler benzer bir tutum sergilemiş olsa da medrese dışı ve öncesi ulemânın daha özgür bir tutumları olduğu söylenebilir.