Giriş
Fenomenler âleminin imkân dahilindeki en mükemmel varlık olduğu iddiası İslam düşünce tarihinin önemli tartışma konularından biridir. Bu iddia sahiplerine göre âlem (kevn-kozmos) imkân dâhilinde olan en güzel şekilde vücuda getirilmiştir. Varlıkta görülen hayret verici düzen, mevcudat arasında kurulmuş olağanüstü irtibat ve ahenk, bu ahenge bağlı ortaya çıkan hikmetli neticeler iddiayı ortaya atanların temel hareket noktası olmuştur. Daha sonra bu ekmeliyet fikri evrenine kozmik ilişkilerinin bütün suretleri de dâhil edilmiştir. Şüphesiz böylesine genellemeci bir iddia teolojik olarak bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Zira aşkın irade ve kudrete sahip olan Tanrı’nın “mükemmel âlem” tasavvuru yüzünden kısıtlanması söz konusudur. Ayrıca kozmosda görülen kötülüklerle “en mükemmel âlem” yaklaşımı arasında telifi imkânsız ayrılıkların olduğu dile getirilmiştir. Biz bu çalışmada düşünce tarihimizde önemli bir yeri olan bu tartışmalara kısaca temas edeceğiz.
Evrenin Mükemmelliği Fikri
İmkân dâhilindeki en mükemmel âlem fikri düşünce tarihinde kadim köklere sahiptir. Antik Yunan filozoflarınca tartışılan konu Yeni-Eflatuncu felsefenin sudûr teorisi ve Mutlak Bir’in sıfatlarına ilişkin yaklaşımlarında da ifadesini bulmaktadır. Antik- Helenistik felsefe mirasının Arapça’ya tercüme edilmesiyle birlikte âlemin mükemmelliği düşüncesi Kindi, Farabi, Amiri ve İhvan-ı Safâ’nın risalelerinde de mevzu edilmiştir. Fakat İslam düşünce geleneğinde âlemin ekmeliyeti fikri en kapsamlı ve derinlikli olarak İbn Sina tarafından tartışılmıştır.
Tartışmanın Seyri
Alemin mükemmelliği nazariyesinin çok yönlü bir düşünür olan Gazzalî tarafından dillendirilmesi ile konu başta kelam olmak üzere tasavvufun da ilgi alanına girmiştir.(Bu konuda başta Gazzâlî’nin kendi talebesi olmak üzere pek çok alim fikir beyan etmiş ve konuyla ilgili zengin bir literatür ortaya çıkmıştır.) Gazzâli’ye göre dikkatleri sebeplerin Sebebi ‘ne yönelten tevhid inancı kişide tevekkül halinin ortaya çıkmasını sağlamakta, tevekkül halinin tam olarak kişide yer edebilmesi ise, Allah’ın rahmetine ve hikmetine sarsılmaz bir şekilde iman etmekle mümkün olabilmektedir.
Gazzali’ye göre İslam’ın özünü oluşturan tevhid kişiyi müsebbibü’l-esbâba yönlendirir. Bu yöneliş, kulda tevekkül halinin oluşmasını sağlar. Bu tevekkül durumu ise Allah’ın takdirine razı olma haline ulaştırır. Bu rıza hali de varlıkta meydana gelen her şeyin güzel olduğu neticesine çıkarır. Zira Allah mutlak ilim sahibi olarak her işini hikmet ile yapmaktadır. Âlemde görülen düzen de bunun ispatıdır. Bu açıdan Gazzali’ye göre kozmos imkânât içinde en güzel âlemi yansıtır ki bundan güzeli tasavvur edilemez.(Gazzâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, nşr. Muhammed Vehbi Süleyman, Dımaşk 2006, c. IV, s. 2932.) Alemdeki düzen öylesine mükemmeldir ki, Allah “bütün insanları en akıllılarının aklı üzere yaratsa, en bilginlerinin bilgisini onlara öğretse, onlar için taşıyabilecekleri kadar bilgi yaratsa, anlatılamayacak kadar sonsuz hikmeti üzerlerine yağdırsa, sonra buna, hepsinin sayısınca ilim, hikmet ve akıl ilave etse, gelecekte olayların nasıl sonuç vereceğinin sırrını onlara açıklasa, melekut aleminin sırlarından onları haberdar etse, lütfundaki incelikleri ve cezasındaki gizlilikleri bildirse; böylece onlar iyi-kötü, yararlı-zararlı olan şeyleri tanıtsa, sonra onlara mülk ve melekutu, verdiği bu ilim ve hikmetle, yardımlaşma ve dayanışma halinde, hepsini gereken şekilde yönetmeyi emretse” bile Allah’ın dünya ve ahiretteki işleyişe dair koyduğu düzene bir sivrisineğin kanadı kadar bile müdahalede bulunamaz, değiştirebilecek bir şey bulamazlar.(M. Cüneyt Kara, a.g.e, s. 565.) Âlemdeki şeyler olması gerektiği tarz ve miktarda hak ve vacip bir tertibe göre vücuda getirilmiştir. Bu âlemden daha güzeli, daha tamı ve daha mükemmeli hiçbir şekilde mümkün değildir.(Gazzâlî, İhyâ, c. IV, s. 2932.)
Filozoflar tarafından geliştirilen bu düşünce Gazzali tarafından seslendirildiği zaman ilmî çevreler onu tepkiyle karşılamıştır. Sünnî kelamcılar onun filozoflardan etkilendiğini belirterek böyle bir yaklaşımın doğru olmadığını belirtmişlerdir. Ayrıca bu anlayışın Mu’tezilenin aslah teorisine benzerliği üzerinde durarak bu durumun kabul edilemez oluşunu ifade etmişlerdir. Tasavvufun ise bu konudaki yaklaşımı Metafizik devir tasavvuf açısından önemlidir. Zira özellikle İslam filozoflarının sudûr nazariyelerine benzerlik arzeden varlık anlayışı mezkûr dönemle ilgilidir. Yine âlemdeki mükemmellik fikri ise sudûr nazariyesinin tabi bir sonucudur.
Âlemdeki mükemmellik fikrinin teolojik açıdan neden tenkit konusu olduğuna yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi daha detaylı konuyu ele alalım.
Sünnî kelamında Tanrı sonsuz irade ve kudret sahibi olarak tasavvur edilir. O her dilediğini yaptığı gibi dilemesinin de herhangi bir sınırı yoktur.(Eşa’rî, Kitâbu’l-Lüm’a fi’r-red alâ ehl-i zeyğ ve’l-bid’a, nşr. Hamûde Ğurâbe, 1955, s. 46-48.) Hatta Sünnî kelamcılar tartışmayı çok ileri bir noktaya taşıyarak Allah’ın kulun yapmakta aciz kaldığı şeyleri bile isteyebileceği (teklif-i mâlâyutak) ve kişinin dünyada yapıp ettiklerinin ahirette bir cezaya tekabül etmeyip Allah’ın dilemesi halinde tam tersi bir durumun zuhur edebileceği yönünde bir düşünceyi benimsemişlerdir.(Burada cennetliklerin cehenneme, cehennemliklerinse cennete yönlendirilebilecekleri durumu bile söz konusudur.) Buna göre Tanrı’nın sınırsız irade ve kudretini korumak O’na adalet ve hikmet izafe etmekten önemli görülmüştür. Bu yaklaşım tarzı sünnî kelamının kurucusu İmam Eş’arî’nin, kelamın kurucuları Mu’tezileye karşı tavrından kaynaklanmıştır. Zira Mutezile beş esasından birini mutlak adalet olarak belirlemiş ve aslah nazariyesini savunmuşlardır. Mutezile ekolünün adl prensibine göre Allah muktezay-ı hikmete göre hareket eder. Zira adalet aklın öngördüğü hikmete göre davranmaktır. Bunun tabii sonucu olarak kullar kendi yaptıklarının sahibi (yaratıcısı) olarak ahirette ceza ve mükafata nail olacaklardır.(Şehristânî, Milel Nihal, Daru’l-Ma’rife, Beyrut 1993, s. 55.) Salah-aslah anlayışı ise Allah’ın her yarattığını hayır ve salah üzere görmeye dayanır. Fakat bu anlayış neticesinde varılan sonuç Allah’ın kullarının hayır ve maslahatını yapmak zorunda olduğu hükmüdür.(Şehristânî, a.g.e, s. 56.) Bu ise sonsuz irade ve kudrete sahip bir Tanrı fikrine taban tabana zıt bir yaklaşımdır. Sünni kelamın en önemli temsilcilerinden biri olarak kozmosun mümkünle içindeki en güzeli olduğunu iddia eden Gazzâlî’de her ne kadar mevzuyu ele alış bağlamı farklı olsa da ilahi irade ve kudret açısından tenkit alacağının farkındadır. Bu yüzden bazı gerekçeler belirtir. O’na göre bu anlayış irade ve kudrete zarar vermez. Konuya Allah’ın cömertliği noktasından bakmak gerekir. Eğer bu âlemin mümkünler içindeki en iyi âlem olduğunu kabul etmezsek o zaman Allah’ın katında bundan iyisi olduğunu fakat cimrilik yapıp bu âlemi var ettiği sonucuna çıkarız ki bu asla kabul edilemez bir durumdur.(Gazzâlî, İhyâ, IV, s. 2932.)
Tasavvuf Açısından Evrenin Mükemmelliği
Gazzâlî ile özdeşleştirilerek sünnî çevrelerin önemli tartışma konularından birisi haline gelen evrenin mükemmelliği fikri tasavvuf açısından da önemlidir. Zira Gazzâlî alemin mümkünler içindeki en güzel âlem olması yaklaşımını tasavvufun anahtar kavramlarından biri olan tevekküle bağlamıştı. Erken devir sufilerinin tevekkül anlayışlarının Gazzâlî üzerindeki tesirinin yanı başında felsefenin sudûr nazariyesini de evrenin mükemmelliği fikrine sahip olmanın bir diğer etkeniydi. Metafizik tasavvuf devresinde İbn Arabî’nin ortaya koymuş olduğu vahdet-i vücûd nazariyesinde sudûr teorisinden yararlandığı saklı kalmaz bir gerçektir. Bu ise sudûr teorisindeki kudret ve irade sınırlamasını bir problem olarak tasavvufun sahasına taşımak anlamına gelmektedir. Zira İbn Sinâ’ya göre irade ve kudret klasik anlamlarının dışında bir manaya sahiptir. Ona göre ilahi irade ve kudret Tanrı’nın ilmini ifade etmektedir. Tanrı’nın kendinden sadır olanı bilmesi onu irade ve takdir etmesi demektir.(M. Cüneyt Kara, a.g.e, s. 586-587.) Bu anlayış hem teolojik açıdan hem de tasavvufî perspektiften sorunlu görülecektir. Çünkü sudûr anlayışındaki sebeplilik Tanrı’yı işlevsiz hale getirmekte ve dolayısıyla O’na acz nisbetini doğurmaktadır. İşte sudûrdaki bu sorunu fark eden İbn Arabî nedenselliği bağlı olmayan bir sudûr teoremi geliştirir. Ona göre âlem Allah’ın sonsuz irade ve kudretiyle vücuda gelmiştir ve bu sıfatlar İbn Sinâ’nın ifade ettiği gibi ilimden ibaret değildir. Ona göre mutlak kemal sahibi olan Allah taayyünle zuhûru tercih etmiştir. Ama illa da bu şekilde olması gerekmez. Zira Allah, irade ve kudreti tahdid edilemez aşkın varlıktır. Bu yaklaşım tarzıyla İbn Arabî, hem Allah’ın irade ve kudretini muhafaza etme hem de tutarlı bir varlık anlayışı ortaya koyma yolunu tercih etmiştir.(Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 223-225.) Bu varlık anlayışında mümkünât içinde, içinde yaşadığımız evrenden daha güzeli yoktur düşüncesi kabul edilse de bu hiçbir zaman İslam filozoflarının mecbûr Tanrı fikriyle veya Mutezilenin aslah prensibiyle benzerlik arz etmez. Çünkü bu son yaklaşımda nedensellik bütünüyle yok sayılmaktadır. Nedenselliğin olmadığı yaklaşım tarzında ise irade ve kudretin aşkınlığı korunmuş olur.