Bilindiği gibi Risale-i Nur Külliyatı Bediüzzaman Said Nursî Hz.lerinin eserlerine verilen bir isimdir. Takriben 1926 senesinde yazılmaya -Eski Said döneminde yazılanlar bahsimizin haricindedir- başlanmış olan bu eserlerin yazım süreci 1950’li yıllara kadar devam etmiştir. Genel olarak iman hakikatlerini işleyen bu eserlerin amacı imanı taklit düzeyinden tahkik seviyesine yükseltmektir. Risale-i Nurlar ulûm-u islamiyye alanında yazılmış eserler olmakla beraber bu eserleri tefsir, hadis, kelam, fıkıh, usûl vs. gibi ulûm-u islamiyyenin herhangi bir alanıyla sınırlamak doğru değildir. Gerçi Üstat Nurların birçok yerinde bu eserleri “Kur’an Tefsiri” şeklinde isimlendirmektedir. Fakat eserlerin “tefsir” olarak adlandırılması, Nurların kelimenin terminolojik manasıyla bir tefsir kitabı oldukları manasına gelmeyip Üstat da bunu kastetmemektedir. Aksine Nurlar için “Kur’an Tefsiri” denirken bu ifadeyle onların kelimenin dilsel manasıyla bir tefsir oldukları kastedilmektedir. Nitekim kelam, fıkıh vs. gibi ilimler de kelimenin dilsel anlamıyla birer Kur’an tefsiridirler. Zira mesela kelam itikatla, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgili ayetlere yönelik bir tefsir, fıkıh da ahkam ayetlerine yönelik bir tefsirdir. Aynı şey diğer ilimler için de söz konusu edilebilir. Risale-i Nurlara -daha çok imanî mevzuları içermesi ve iman etrafında tahşidat yapması cihetiyle kelam ilmine daha yakın olması mahfuz- bütün çeşitleri ve izmleriyle modernitenin ve Rönesansla başlayıp Aydınlanma çağı ve sonrasında zirveye çıkan dine ve ulûhiyet inancına aykırı felsefenin batı dünyası başta olmak üzere doğu toplumlarını da kasıp kavurduğu vegenel anlamda Dinin, özel anlamıyla da -Üstadın ifadesiyle- Kur’an’ın etrafındaki surların yıkıldığı 20. Asır ve sonrasında bir Müslümanın başta dine, dünyaya, hayata, Kur’an’a, Sünnet’e, selef-i salihine, geleneğe ve sonrasında da bilumum ulûm-u islamiyyeye karşı bakışını sahih bir şekilde belirleyen ve sahih bir konuma oturtan bir İslamî disiplinler mecmuası nazarıyla bakılabilir. Bu husus, üzerinde durulabilecek önemli bir husus olmakla beraber biz şimdilik bu kadarla iktifa ederek ve nasıl bir yol takip edeceğimizi de kısaca anlatarak asıl mevzumuza intikal edeceğiz.
Bu sütunlarda Risale-i Nur Külliyatından herhangi bir eserin başından başlayarak onu şerh etmek yerine bazen genel anlamda Risale-i Nur ve Üstada yönelik fikirler, bazen Lahikalardaki bir mektup, bazen herhangi bir eserden bir paragraf ya da bir cümle alıp onun etrafında bazı düşünceler serdetme niyetindeyiz. Tabi söyleyeceğimiz şeyler de şüphesiz kendi idrakimiz ölçüsünde olacaktır. Üstadın da dediği gibi “Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar ona yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” Şimdi üzerinde durmayı düşündüğümüz mevzuya geçebiliriz.
Musibet-i Diniyye
“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyyeden her vakit dergâh-i ilahiyyeye iltica edip feryat etmek gerektir.”
Bu cümle Lem’alarda (2. Lem’a), Hz. Eyyub’un (as.) kıssasının anlatıldığı yerde geçmektedir. Üstat konuya Hz. Eyyub’un başına gelen musibetlere ve bu musibetler karşısında Hz. Eyyub’un gösterdiği tavra ve yaptığı رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Ya Rabbi! Bana zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ Suresi, 83. Ayet) şeklindeki duaya değinerek başlar. Daha sonra Hz. Eyyub’un başına gelen zahirî musibetlerle, günahlar neticesinde bizim başımıza gelen batınî musibetler arasında bir mukayese yaparak, iç dışa dış içe bir çevrilsek ondan çok daha yaralı olduğumuzu göreceğimizi, dolayısıyla yapılan o duaya asıl bizim ihtiyacımızın olduğunu belirtir. Daha sonra da devamla başa gelen musibetler karşısında şikâyete hakkımızın olmadığını, insan eğer sabır kuvvetini dağıtmazsa o kuvvetin her türlü musibete kâfi geldiğini, musibetlerin aynı zamanda günahlara kefaret olup onları sildiğini, sonra dini olmayan musibetlerin hakikat nokta-i nazarında musibet olmadıklarını, aksine bir kısmının Rahmanî bir ihtar olup nasıl ki bir çobanın başkasının tarlasına giren koyunlarına taş atıp, onların da atılan o taşın kendilerini zararlı işten kurtarmak için bir ihtar olduğunu anlayıp memnunane dönmeleri gibi insanın başına gelen musibetlerin hikmetlerinden bir tanesinin de bu olduğunu ifade eder. Ve asıl musibetin ise dine gelen musibet (musibet-i diniyye) olduğunu, musibet-i diniyyeden de her vakit dergâh-ı ilahiyyeye iltica edilmesi gerektiğini salıklar.
Şimdi burada durup şöyle bir soru soralım ve devam edelim: Dine gelen musibet (musibet-i diniyye) ne demektir? Üstadın bu ifadeden kastı nedir?
Üstadın ilgili yerdeki izah ve açıklamalarına bakmaksızın mücerret olarak bu ifade üzerinde düşünüldüğünde bu ifadeyle “dinin bizatihi kendisine gelen musibet”in kastedildiği zannedilebilir. Nitekim bu ifadeyi bugün bu manada anlayan kişi sayısı da az değildir. Lakin Üstadın ilgili yerdeki açıklamalarına ve bu mesele etrafında yazılıp çizilenlere, yapılan izahlara bakıldığında genelde dine gelen musibetle kişinin şahsî dinî yaşantısıyla ilgili musibetin kastedildiği görülür. Yani musibet-i diniyye kişinin imanî meselelerle alakalı zihnine gelen herhangi bir şüphe, heva ve hevesine tabi olup Allah’ı unutması, haram-helal hassasiyeti taşımaması, mükellef kılındığı ibadetleri yapmaması gibi daha çok kişinin şahsî dinî yaşantısı etrafında örgülenen hususlarla izah edilmektedir. Nurlarda, 2. Lem’a’nın bizatihi kendisinde de bu yorumu destekleyecek cümleler bulmak mümkündür. Nitekim 2. Lem’a’nın başında Üstad bizim halimizin Hz. Eyyûb’un başına gelen zahirî musibetlerden çok daha kötü olduğunu, işlediğimiz her bir günahın kalp ve ruhumuzda yaralar açtığını, iç dünyamız itibariyle Hz. Eyyûb’un zahirî vaziyetinden çok daha kötü bir vaziyette bulunduğumuzu, her bir günahın küfre yol açtığını ve o duaya asıl bizim ihtiyacımızın olduğunu vurgularken esasen kişinin asıl önemsemesi gereken şeyin başına gelen dünyevî musibetler değil, musibet-i diniyye, yani dinî yaşantısına gelen musibetler olması gerektiğini ifade eder. Yine 2. Lem’a’nın sonlarındaki “Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri -fakat musibet dine dokunmamak şartıyla- bahtiyar gördüğümden hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor” şeklindeki ifadeye bakıldığında da musibet-i diniyye ibaresiyle kişinin şahsî dinî yaşantısıyla alakalı musibetin kastedildiği anlaşılır. Ayrıca hadis kitaplarında musibet ve sabırla ilgili hadislerin şerhinde ulema genellikle musibeti dini ve dünyevi musibet şeklinde ikiye ayırmış ve dini musibeti de bu şekilde açıklamıştır.
Peki musibet-i diniyye ifadesi başka türlü de anlaşılamaz mı? Üstadın ilgili yerdeki ifadelerinin siyakından bu ifadeyle kişinin şahsi dini yaşantısına gelen musibetlerin kastedildiği anlaşılmakla beraber bu ifadeye -Üstadın buradaki kastından bağımsız ve başka yerdeki ifadelerinden hareketle- bugün başka bir mana daha yüklemek mümkündür. Şöyle ki; 14 asırlık İslam tarihinde İslam hiçbir asırda bu asırda olduğu kadar müntesiplerinin vefasızlığına ve düşmanlarının da cefasına maruz kalmamıştır. Evet, düşmanın cefası müsellem olmakla beraber burada asıl önemli olan müntesiplerinin vefasızlığı, hatta bu müntesiplerin İslam’ın aydınlık çehresini kirletmenin baş müsebbibi olmalarıdır. Dünyanın İslam’a, İslam’ın da kendisini hakkıyla temsil edecek Müslümanlara ihtiyaç duyduğu böyle bir zaman diliminde Müslümanların bırakalım İslam’ı hakkıyla temsil etmeleri, İslam’ın yanlış tanınıp bilinmesinde başrolü oynadıkları bir gerçektir. Evet, maalesef bugün bütün bir Müslüman coğrafya cehaletle, fakirlikle, tefrikayla, zulümle, ihtilaslarla, irtikaplarla, savaşlarla, sefaletle, terörle ve İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan daha bir sürü olumsuz şeylerle beraber anılmaktadır. Şüphesiz bu durum müntesipleri tarafından İslam’ın başına getirilmiş en büyük musibettir. Çünkü ilki kişinin şahsi dini yaşantısını ilgilendirirken bu ise dinin bizatihi kendisini, yani İslam’ı ilgilendirmektedir.
Sonuç olarak musibet-i diniyye kavramından iki şeyin anlaşılması mümkündür. İlki bu kavramla asıl kastedilen anlam olan kişinin, zihnine gelen bir şüphe, heva ve hevesine tabi olma, ahireti unutup dünyaya dalma vs. gibi şahsi dini yaşantısıyla ilgili musibetlerdir. İkincisi ise müntesiplerinin yanlış hareket ve tutumlarından ötürü İslam’ın aydınlık çehresinin kirletilmesiyle, yani bizatihi dinin kendisiyle ilgili musibettir.
Mevzumuzu Üstadın bir müminin derdi ve ızdırabının ne olması gerektiğini bize ifade eden ve dinin bizatihi kendisine gelen musibetle de bir ölçüde alakalı olan şu cümleleriyle bitirelim:
“Bana ızdırap veren yalnız İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını emen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selamette kalsa!” (Tarihçe-i Hayat)