Kur’an’daki en temel gayelerden birisi de Allah tasavvurunu sahih bir zemine oturtmaktır. Kur’an evvela kâinatın Yaratıcısını isim ve sıfatlarıyla bize bildirir. Buna göre Yaratıcı her şeyi bilendir, her şeye kadirdir, her şeyi görendir, her şeyi işitendir, kullarına karşı çok merhametlidir, kullarına zulmetmeyendir, mülkün esas sahibi olandır, bu dünyayı bir imtihan meydanı olarak yaratmıştır, insanı da bir kul olarak yaratmış ve kulluğunu yerine getirip getirmediğini ortaya çıkarmak için de imtihan etmek üzere bu dünyaya göndermiştir, insanı irade sahibi, hayrı da şerri de tercih edebilecek donanımda bir varlık kılmıştır, işlediği amellere ve tercihine göre de ona ya mükafat, ya ceza verecektir. Başından sonuna kadar Kur’an’ın birçok yerinde Allah’a dair bu tür nitelikler ve anlatımlar bulmak mümkündür. Zira tevhit en temel gayedir. Tevhit hem varlık hem isim ve sıfatlar açısından tekliği ifade eder. Allah varlığında tek olduğu gibi isim ve sıfatlarında da tektir. Bazı isim ve sıfatların mahlukatta da görülmesi lafzî bir müştereklik ve benzerlikten öte bir anlam taşımaz. Nitekim Allah’ın görmesi ile kulun görmesi aynı değildir. Aynı şey sair sıfatlar için de geçerlidir.
Sâniyen Kur’an Allah’a dair bu tasavvuru insanın kalbinde ve aklında iyice yerleştirecek bir takım ibâdî pratikler belirlemiştir. Nitekim bir mümin için Allah tasavvuru, ibadetlere dair pratikleri yerine getirmesindeki devamlılığı, ihlası ve bu pratiklerin miktarına göre şekillenir. Bunlar bir mümindeki Allah tasavvurunu besleyen ve takviye eden en önemli dinamiklerdir. Esasen ibadetlerin var olmasındaki temel hikmetlerden birisi de budur. Zira mücerret bir iman, Allah tasavvurunu iyice yerleştirmek, beslemek ve güçlendirmek için yeterli değildir. Bu sebepten kaynaklı olarak Kur’an’da imandan bahsedilen çoğu yerde, peşinden hemen salih amel zikredilmektedir. İbadetler de salih amel kategorisine dahildirler. Ayrıca dinin her mümin için yapılması gereken asgari ibadetleri belirlemesinin yanında bir de nafile ibadetleri tavsiye ve teşvik etmesinin hikmetlerinden birisinin de Allah tasavvurunu takviye etmek olması kuvvetle muhtemeldir.
Birçok mesele nihai noktada nasıl bir Allah tasavvuruna sahip olduğumuza göre şekillenmektedir. Nasıl bir Allah tasavvurumuz varsa ona göre fikir yürütüyoruz ve düşüncelere sahip oluyoruz. Mesela kötülük problemi böyledir. Bu probleme göre insan, iyi ve her şeye gücü yeten bir Tanrının varlığı ile dünyadaki kötülüklerin varlığını bağdaştıramamaktadır. Bu problemin temelinde, iyi ve kadir bir Tanrının var olması durumunda bu Tanrının kötülükler karşısında dünyaya her an müdahale etmesi gerektiği kabulü yatmaktadır. Tanrı buna müdahale etmiyor ve kötülüğü önlemiyorsa ya iyi değildir ya kadir değildir ya da yoktur. Görüldüğü üzere burada mesele yanlış bir Allah tasavvuru üzerine bina edilmektedir. Buna göre Allah insanların iradesini devre dışı bırakacak şekilde insanların kötü fiillerine sürekli müdahalede etmelidir, etmiyorsa Kendisi hakkında az önce zikredilen ihtimaller söz konusu olacaktır. Bu düşünce; insanı imtihan için bu dünyaya gönderen, ona irade verip iyi ve kötü fiillerinin karşılığını ahirette vereceğini söyleyen bir Tanrı anlayışını göz ardı eden, Yaratıcının iyi ve merhametli oluşunu da bu dünyadaki icraatın ve fiiliyatın zahiri açısından okuyan bir düşüncedir. Kanaatimizce de bu problemin üstesinden ancak evvela sahih bir Allah tasavvuruna sahip olmak, sonra da bu Allah tasavvurunu namaz, dua, zikir gibi ibâdî pratiklerle sürekli bir şekilde takviye etmekle gelinebilir. Aynı şey maruz kılınan musibetlerin üstesinden gelebilmek için de geçerlidir. İnsan her şeyden evvel kul olduğunu ve kulluk için buraya gönderildiğini bilmeli, her an Allah’ın kendisini açlık, korku, canlardan ve mallardan eksilme gibi türlü türlü imtihanlarla sınayacağı şuurunda olmalıdır.
Kur’an’a ve üslubuna dair bakış açımızın niteliğinde de sahip olduğumuz Allah tasavvurunun etkisi vardır. Bundan birkaç ay önce Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün Kur’an’da Allah’ın kimi Mekkeli müşriklere tevcih ettiği bazı ifadelerden hareketle Kur’an’ın üslubuna, bu üslubun Allah’ın üslubu olamayacağına dair söylediği şeyler de, Ali Bulaç’ın bu hususta serdettiği tahlillerin yanında, temelinde esasen Allah tasavvuruna dair çarpıklıktan kaynaklanmaktadır. Bu düşüncelerin arka planında Allah hakkında antropomorfik bir yaklaşım yatmaktadır. Yani Allah hakkında tamamen insan biçimci bir tasavvur esas alınmış, Allah’ın üslubu, insanın, daha doğrusu modern insanın düşünüş ve konuşma biçimi üzerinden değerlendirilmiş ve ilgili üslup Allah’a yakıştırılamamıştır!
Bediüzzaman bütün zamanlarda bütün insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını temini için nazil olan Kur’an’ın; harikulade haiz olduğu kapsamlılık ve genişlikle beraber insanların muhtelif tabakalarının hissiyatını gözetmesinin ve okşamasının, özellikle de en büyük tabakayı teşkil eden avamın kavrayışını esas alıp tevcih-i hitap esnasında onların anlayış seviyesine inmesinin; Kur’an’ın mükemmel belâgatına açık bir delil olduğu halde hasta olan nefislerin dalaletine sebep olduğunu söyler. Üstat Kur’an’ın bu üslubu benimsemesinin sebebi olarak da zamanların ihtiyaçlarının farklı farklı olduğunu, insanların fikirce, hisce ve zekaca bir olmadıklarını, Kur’an’ın ise mürşit olduğunu, irşadın ise umumi olması gerektiğini söyler. Devamında da muhatabın hissine ve kavrayışına uygun olan bir üslubun mizan ve terazisiyle üslup sahibine bakan kişinin elbette dalalete düşeceğini ifade eder. Görüldüğü üzere Kur’an’ın üslubu etrafındaki kabul ve düşüncelerin de temelinde, sahip olunan Allah tasavvuru yatmaktadır.
Kötülük meselesi, Kur’an’ın üslubu vs. gibi birçok mesele etrafındaki kabuller/düşünceler, her şeyden önce Allah hakkındaki tasavvura göre şekilleniyor dedik. Allah hakkında sahih ya da çarpık bir tasavvurun oluşmasında kalbin önemi bir rolü vardır. Günümüz insanının en çok ihmal ettiği şeylerin başında kalp gelmektedir. Kalpteki nurun asgari şartı olan düzenli bir ibadet ve duayla takviye edilmeyen mücerret bir aklın, diğer bir ifadeyle nazarîlikten mütealliğe/nuraniliğe intikal etmeyen bir aklın bazı açmazlar karşısında savrulması her zaman mukadderdir. Zira akıl çerağını kalpten alır. Kalpten istimdat etmeyen bir akıl, her zaman için tıkanabilir. Allah’ı anmak düşüncenin ve problemlerin önündeki tıkanıklıkları açar.
İnançlı her insanın olduğu gibi ilim erbabının da önündeki en büyük handikaplardan birisi budur. Düzenli/sürekli bir ibadet ve dua hayatı ile ilmî hayatın birlikteliği, adeta çelişik şeylerin birlikteliği gibi muhal görülüyor. Bu çarpık bakış ya da düşünüş, modern dönemin hastalıklarından birisi. Herkesten bir sûfî ölçüsünde dinî bir yaşantı beklenemez elbette. Ama en azından namazda hassasiyet, namazın akabindeki tesbihatta hassasiyet, Kur’an okumada hassasiyet, duada hassasiyet gibi asgari bir dinî yaşantı olmalıdır. Bunlar olmadığı takdirde birtakım açmazlar karşısında ifrat-tefrite savrulmak her zaman olasıdır. İşin daha da kötü yanı, kalp ile desteklenmeyen bir akıl, savrulduğu çarpık düşünceleri kendince aklî düzlemde kabul edilebilir, güzel ve doğru bulunabilir ve savunulabilir kılma potansiyeline de sahiptir. Bu açıdan aklı kalp ile nurlandırmak, böylece daha ileriye uçmasına imkân sağlamak elzemdir.
Hasılı bir mümin için ister duygu ve düşünce bakımından olsun, ister maddi hadiseler bakımından olsun, maruz kalınan soyut-somut problemlerin üstesinden gelebilmek için evvela sahih bir Allah tasavvuruna sahip olmak, saniyen de bu sahih tasavvuru ibadetlerle sürekli bir şekilde beslemek ve takviye etmek hayatî önem arz eden bir meseledir. İbadetlerle takviye edilmeyen bir Allah tasavvurunun problemler karşısında yetersiz kalması ve farklı problemlere de yol açması her zaman mukadderdir. Sonra, Allah insana akıl ve kalp olmak üzere insanın hem maddi hem manevi hayatı için olmazsa olmaz olan ve insanları sair bütün canlılardan ayıran iki temel dinamik vermiştir. Kişi yalnızca birini esas alıp diğerini ihmal etmektense, her ikisini de işlemeyi esas almalıdır. Akıldaki nazarîliği nuranîlikle cilalamalı, kalpteki nuraniliği de nazarîlikle perçinlemelidir.