Dünya hayatında iyi bir yere gelmek, rahat bir geçim sağlamak ya da insanlığa faydalı olabilecek bir konuma ulaşmak pek çok insanın temel hedeflerinden biridir. Peki bu arzu, başlı başına yanlış mıdır? Elbette hayır. İnsan, bu dünyada idealleri etrafında şekillenen hedeflere sahip olmalıdır. Hele ki ıslah ve imar vazifesine kilitlenmiş gönül insanları, her adımını bu yüksek gaye doğrultusunda atmalıdır.
Dünyada bir takım hizmetleri yerine getirmek için, bazen nefsini de ön plana çıkararak sorumluluk almak gerekebilir. Ancak burada önemli bir uyarı gerekir: Allah rızası için yapıldığı söylenen bir amelde nefis olmamalı; “ene” yok olmalıdır. Zira enenin olduğu yerde ilahî inayet ya gelmez ya da o “ene” terk edilene dek gecikir. Ene, aslında farazî bir varlıktır; hakiki bir karşılığı yoktur. Görünen yüzüyle, Allah’ı anlamaya bir ölçüdür. Ama insan, bazen bu farazî yapıya öylesine bağlanır ki, onu gerçek zanneder ve benlik davası güder.
Mesela sosyal medyada hakikatleri anlatmak bu dönemin önemli bir görevi olsa da, “kaç kişi beğendi, kim paylaştı” gibi motivasyonlar, enenin fısıltıları olabilir. Yazmak bir erdemse, yazdığını unutmak daha büyük bir erdemdir. Dini anlatmak farzsa, o yolda nefsimizi silmek de bir o kadar farzdır.
Asıl mesele, kabre imanla girebilmek… Bu dünyada alkışlar, övgüler, makamlar geçici. Asıl olan; ahirette derecemizi yükseltecek amellere sarılmak, niyetimizi saf ve pak tutmaktır.
Yolun sonuna kadar gidip de “kazandım” zannıyla kaybedenlerden olmak mümkün. Çünkü insanlar, dünyadaki teveccühleri, kariyerleri, statüleriyle değil; Allah katındaki niyetleri ve samimiyetleriyle yargılanacaklar.
Bugün emekli olmak için yıllarca çalışıyoruz. İçinde oturamayacağımız evler alıyoruz. Gecemizi gündüzümüze katarak bir yarışın içine giriyoruz. Ama bu yolculukta kabirden sonrasını ne kadar düşünüyoruz?
Kur’an bize, ahiret için çalışırken dünyayı unutmamayı öğütler. Ama nefis, bu dengeyi tersine çevirir. Tam da bu yüzden “ahiret kariyeri” üzerine daha çok kafa yormalıyız. Çünkü ömrümüzün sonunda bizden istenecek cevaplar arasında; ne kadar kazandığımız, nerede çalıştığımız, kaç takipçimiz olduğu yok. Sorulacak sorular belli: Ömrünü nerede tükettin? Gençliğini nasıl geçirdin? Malını nereden kazandın, nereye harcadın? Bildiklerinle ne yaptın? (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
Son madde özellikle dikkat çekicidir: Bilginin sadece taşıyıcısı değil, uygulayıcısı olmak gerek. Amel edilmeyen bilgi insanı kurtarmaz. Öğrendikçe Allah’a yakınlaşmayan ilim, kişiyi yorar ama yüceltmez.
Kendimize soralım: Günümüzün ne kadarı Allah adına geçiyor? Dünyanın kulu muyuz, yoksa dünyada Allah’a kul olanlardan mıyız?
Öyleyse önce ahiret kariyeri için çalışmalıyız. Allah katındaki değerimizi artırmak için… İçimizdeki kin, haset, gıybet gibi kalbi karartan duygulardan arınmalıyız. Çünkü Peygamberimiz (sav):
“Kim bana iki çene (dil) ve iki bacak (namus) arasında garanti verirse, ben de ona cennet garantisi veririm.” (Buhârî, Rikak, 23) buyurmuştur.
Dil, insanı vezir de eder rezil de. Bu yüzden başkasının yüzüne söyleyemeyeceğimiz sözleri ardında da söylememeliyiz. Çünkü her sözümüz, melekler tarafından kayıt altına alınmakta. Ve bir gün, her şey bize izlettirilecek…
Yine, Allah’a karşı sorumluluğumuzu yerine getirirken insanlığa karşı görevimizi de ihmal etmemeliyiz. Dünya fanî; kalıcı meyveler, baki hedefler için çalışmalıyız. Ahiret kariyerine verdiğimiz değer kadar insanlığımızı keşfederiz. Bu şuurla yaşayan biri, durmadan koşan bir küheylan gibi hedefe kilitlenir.
Allah bizleri yolundan ayırmasın ve kazananlardan eylesin. Âmin.