Hayat, Allah’ın insana lütfettiği, hızla akıp giden ve geri dönüşü olmayan bir yolculuktur. Acı ve tatlı yönleriyle sadece bir kez verilen bu ömür, kıymeti bilinirse ebedî huzura, bilinmezse ebedî hüsrana götürür. İlâhî isimlerin tecellisine mazhar olmanın yanı sıra, insanın benlik girdaplarına kapılabileceği, dünyanın süflî yönlerine meylettiren hileli tehlikelerle doludur hayat.
Hayat ya kurtuluşumuza vesile olacak ya da bizi mahveden bir düşmana dönüşecektir. Bu anlamda “hayatın içinde kaybolan günahlar” konusu uzun süredir zihnimi meşgul eden bir meseleydi. Bu yazıya başlamama vesile olan bir kıssa da şudur:
Rivayete göre, seksenli yaşlarına gelmiş bir Allah dostu, ömrünü gün gün hesaplar ve şöyle der: “80 yıl yaşadım, her yılı 365 günle çarptığımda 29.200 gün eder. Allah bana bu kadar günü nasip etti. Eğer her gün en az bir günah işlemişsem, bunca günahla Allah’ın huzuruna nasıl çıkarım?” Ve bu derin muhasebenin ardından oracıkta ruhunu Rahmân’a teslim eder.
Kaynağını tam bilmemekle birlikte bu kıssa, bana hayatın içinde sıradanlaşıp kaybolan günahları hatırlattı. Ortalama 80 yıl yaşayan bir insanın, mükellef olduğu yaşlardan itibaren her güne bir günah düşse—belki daha da fazlası—bu kadar yükle Allah’ın huzuruna çıkmak ne kadar zor olurdu, değil mi?
Peki insan günahlarını nasıl fark edebilir?
Selef-i Sâlihîn’den bazıları her gün işledikleri günahları not eder, bu kayıtları nefislerine karşı kullanır, gurur ve ucub gibi manevî hastalıklara karşı kendilerini korurlardı. Nefis, herhangi bir başarıda kendine pay çıkarmaya kalkınca hemen o defter açılır, böylece gurur ve kibre geçit verilmezdi.
Bu yazıya neden bu başlığı koyduğumu şimdi daha iyi anlatabilirim. Gün içinde, bazen bir çay sohbeti kadar sıradan görünen anlarda gıybet edebiliyoruz. Oysa gıybet, Kur’an’da “ölü kardeşinin etini yemek”le kıyaslanarak anlatılmış çok ağır bir günahtır. Ama ne yazık ki bu ve benzeri günahlar öylesine sıradanlaşmış ki, artık fark edilmez hâle gelmiş durumda.
Eğer kişi, her gününü bir deftere kaydetse; akşam o deftere göz atsa, hayatın içinde sıradanlaşmış nice günahı fark etmesi mümkün olabilir. Elbette bu muhasebe, başkalarını ifşa etmek ya da kendi günahlarını teşhir etmek amacıyla değil; iç dünyasında bir farkındalık oluşturmak, ertesi güne daha temiz bir niyetle başlamak için yapılmalıdır.
Belki bir ay boyunca yapılan bu muhasebe, ikinci ayda günahların daha dikkatli takip edilmesini, insanı yalandan, benlikten, hakka karşı ibadet üzerinden beklentiye girmekten, hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda ahkâm kesmekten kurtaracaktır. Bu da manevî terakkinin bir kapısı olur.
Zira hayatın hızlı akışı içinde insan, günahın büyüklüğünü çoğu zaman fark edemez. Zorlandığında hemen yalana sığınabilir. Hâlbuki yalan, Allah’a iftira atmaktır. Allah’ın yaratmadığına yaratıldı, yarattığına yaratılmadı demek gibidir. Bu yüzden basite alınacak bir günah değildir.
Gıybet de aynı şekilde basit birkaç söz sanılır ama Kur’an bu günahı çok ağır bir biçimde tarif eder. Bazı rivayetlerde zinadan bile daha büyük olduğu ifade edilir (elbette zinayı küçümsemek için değil, gıybetin büyüklüğünü anlamak için bu benzetme yapılır).
Su-i zan ise başkaları hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan hüküm vermektir. Bu, toplumsal hayatı çökerten, insanların arasına sevgi yerine şüphe eken bir hastalıktır. Şüphelendiğimiz bir konuyu muhatabına sormak yerine üçüncü kişilere konuşmak, gıybete kapı açar, kalpleri kırar, güveni yok eder.
Elbette hayatın içinde kaybolan günahlar bunlarla sınırlı değildir. Ağızdan kolayca çıkan ama kişiyi manevî iflasa sürükleyen pek çok ifade ve tutum vardır.
Bu noktada Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisi çok öğreticidir:
Ebu Hureyre’nin (r.a.) naklettiğine göre, Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”
Ashab, “Bizce müflis, parası pulu olmayan kişidir” dediler.
Allah Resûlü buyurdu ki:
“Benim ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtla gelir; ama aynı zamanda birine sövmüş, birine iftira etmiş, birinin malını yemiş, kanını dökmüş, birini dövmüştür. Bunların hakkı sevaplarından alınır. Sevapları bitince, hak sahiplerinin günahları ona yüklenir. Sonunda cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59)
Bu hadis gösteriyor ki ibadetler, kişinin sosyal hayatta da ahlâkî bir duruş sergilemesini gerektirir. Sadece Allah’a karşı değil, kullara karşı da sorumluluklarımız vardır. Sosyal medyada ya da özel hayatta, doğruluğu kesin olmayan bilgilere dayanarak insanlar hakkında olumsuz konuşmak, dedikodu yapmak, hakaret etmek gibi davranışlar bu hadiste anlatılan manevî iflasa götüren yollardandır.
Unutmayalım: Kur’an’da yaklaşık 200 ayette geçen takva kavramının %90’ı ahlâkla ilgilidir; sadece %10’u doğrudan ibadetlerle ilişkilidir. Biz genelde takvayı ibadetle sınırlı zannederiz. Oysa takva; kalp kırmamak, nezaketli olmak, başkalarının hukukuna riayet etmek, doğruluk ve dürüstlükte sebat etmek, toplum yararına işlerde koşturmak, içtimai hayatta incelikli davranmaktır.
Allah’a secde eden bir baştan, mahlûkata ancak sevgi ve saygı beklenir. Allah’ın huzurunda kemerbeste-i ubudiyetle duran bir gönülden, kalp kırmamak beklenir. İşte takvada ulaşılması gereken gerçek zirve budur.
Hem ibadetlerde derinlik kazanmalı hem de bu ibadetler fıtratımıza mâl olarak sosyal hayatımıza yön vermelidir.
Allah, cümlemizi ahlâk-ı hasene ile bezenmiş, dosdoğru kullarından eylesin. Âmin.