Anasayfa » Kuşeyrî’nin Risâle’sinde Akıl-Amel ve Hayal Eleştirisi

Kuşeyrî’nin Risâle’sinde Akıl-Amel ve Hayal Eleştirisi

Yazar: Orhan Bircan

İslam dininin en temel amacı tevhidi gerçekleştirmektir. Peygamberimizin vefatından sonra çeşitli merhalelerden geçerek teşekkülünü tamamlayan İslamî ilimler, doğrudan veya dolaylı olarak hep bu amaç etrafında şekillenmiştir. Oluşumunu fıkıh ve kelamdan sonraki bir zamanda sağlayan tasavvufun da en temel savı tevhidin tahakkukudur. Bu hususta tasavvufu diğer İslamî ilimlerden ayıran en belirgin özellik ise kullanılan yöntemdir. Tevhidi gerçekleştirme yolunda fıkıh ameli, kelam vahiyle desteklenmiş aklı ve nihayet felsefe salt aklı bir yöntem olarak benimserken tasavvuf kendine özgü bir metod olan keşfi seçmiştir. Bu aslında bahsi geçen disiplinlerin eleştirisi anlamına da gelir. Zira sûfîlere göre amel de nazar da gerçek tevhide ulaşmada yeterli değildir. Ayrıca sûfîlere göre birliğin gerçekleştirilmesinde davranış ve akıl yürütmek (nazar) yeterli olmadığı gibi insana ait bir diğer önemli unsur olan hayal de yetersizdir. Tevhidde tahakkuk bunların ötesinde bir şarta bağlıdır. Sûfîlere göre bu şart meşiet-i ilâhî olup bu meşiete bağlı lütfedilen marifetten başka bir şey değildir. Bu lütfun tasavvuf literatüründeki karşılığı ise keşif’tir.

Şüphesiz sûfîleri bu şekilde düşünmeye iten temel sâik insanın karmaşık yapısıdır. Zira onlar insanın çok yönlü bir varlık oluşunu fark etmiş; kesinlik arayışında akıl, amel ve hayalin yanıltıcı yönlerine dikkat çekmişlerdir. Mezkûr kuvvelerle donatılmış insanın tevhid serüveninde bütün olarak düşünülmesi gerektiğini savunmuşlardır. Ben bu yazıda tasavvufun akıl-amel-hayal eleştirisini, Kuşeyrî’nin er-Risâle adlı eserinde geçen haller ve makamlar konusu üzerinden tartışacağım.

Kuşeyrî hal ve makamın tarifini yaptığı yerde bu iki kavram arasındaki farka işaret eder. Buna göre makam sâlikin tahakkuk ettiği manevi seviyeyi ifade ederken hal ise seyr-i sülûk’ta karşılaşılan geçici durumların adıdır. Makamda sûfînin bir nevi gayret ve cehdi söz konusuyken hal tamamen ilahî bir mevhibedir. (Ebu’l-Kâsım Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, tah. Abdulhalim Mahmud, Dâru’ş-Şa’b, 1989, s. 132-133.)

Kuşeyrî bu ayrımı yaparken aynı zamanda nazar ve amelle ilgili esaslı bir eleştiride de bulunur. Zira sâlikin tevhidi gerçekleştirmeye yönelik yolculuğunda tahakkuk ettiği makamlar ve yaşadığı haller sırf bir ilahî lütuf olarak ve dolayısıyla kendi iradesi dışında gerçekleşmektedir. Bu ise geleneksel anlayışta hâkim olan –ki Fıkıh bu eğilimdedir- amelin veyahut -kelamın bir iddiası olarak- nazar ve tefekkürün insanı tevhide götürmesi anlayışına tamamen aykırı bir söylemdir. Her ne kadar Kuşeyrî makamın tahakkukunda insan iradesinin müdahalesinden bahsediyorsa da buna işaret ederken kullandığı ifadeler ve muhtevanın genelinden nazar ve davranışı belirleyici faktörler olarak görmediği gayet açıktır.

Kuşeyrî kabz ve bast hallerini anlatırken de insanın hayal gücüne yönelik eleştirisini ortaya koyar. Ona göre ârif için kabz ve bast hali mübtedînin (sıradan Müslüman) havf ve recaya tekabül eder. Havf gelecek bir zamanda fevt edilmesi muhtemel bir fırsattan veya başa gelmesinden korkulan bir durumdan kaynaklanır. Recâ ise aynı şekilde istikbalde elde edilmek istenen bir şey veyahut şerrinden emin olunacağı düşünülen bir zarardan ötürüdür. (Risâle, s. 135.)

Dikkat edilirse ikisi de insanın hayal gücünü kullanarak tasavvur ettiği şeylerden kaynaklanır ve bu yönüyle başlangıç seviyesindeki insanlara veya daha doğru bir ifadeyle tasavvuftan nasibi olmayanlara layık görülür. Buna mukabil kabz ve bast ise sâlikin müdahelesi olmaksızın kalpte beliren hallerdir. Bu iki hali bütünüyle ilahî bir mevhibe olarak gören Kuşeyrî, “havf ve recâ sahibi kimse kalbini ilerde gelecek bir şeye taalluk eder” dedikten sonra; “kabz ve bast sahibi ise yaşadığı anda mazharı olduğu vâridâtın esiri hükmündedir” ifadelerini kullanır. (Risâle, s. 136.) Bu ifadeler tevhide ulaşmada hayal gücünün yetersizliğine işaret etmesi açısından son derece mühimdir.

Kuşeyrî bir başka hal olan tevâcüdle ilgili değerlendirmelerinde tevâcüd, vecd ve vücudu birlikte ele alır. Bu üç kavram arasında yaptığı ayrımda bir amel eleştirisi görmek mümkündür. Buna göre Kuşeyrî vecd halini tevâcüdden üstün sayar ve bunun sebebi olarak da sâlikin tevâcüddeki kısmen de olsa müdahalesini gösterir. Zaten ona göre tefâül kalıbından türetilen fiiller olmadığı hal üzere görünmeye çalışmayı ifade eder. Bu ise kâmil insanların durumuna nispeten bir eksikliktir. Bu konuda tasavvuf ehli şöyle demiştir: Tevâcüd sahibine ait selametli bir hal değildir. Çünkü içinde bir nevi tekellüf vardır ve dolayısıyla tahkikten uzaktır. (Risâle, s. 139.) Kuşeyrî’nin bu yaklaşımının insan iradesi ve amelin fonksiyonuyla ilgili mühim tenkit noktaları içerdiği açıktır.

Aynı bölümde Kuşeyrî vücûd üzerinde de durur. Ona göre tevâcüdden sonra vecd gelir, vecdden sonra ise vücûd. Onun burada kastettiği vücûd fenâ halini yansıtmaktadır. Konumuzla ilgili olarak bu bölümde yapılan değerlendirmede Kuşeyrî Hakk’ın vücudunun ancak beşeriyete ait sıfatlardan sıyrılmakla mümkün olacağını belirtir ve devamında hakikatin parlaklığı ortaya çıkınca beşeriyete yer olmayacağını ifade eder. (Risâle, s. 141.) Bu ise hiç şüphesiz irade ve davranışı geçersiz kılan bir yaklaşımdır ki tevhidin hakikati ancak böyle bir halde zuhur eder.

Cem ve fark hallerini anlattığı yerde de Kuşeyrî bu iki kavram arasındaki farka dikkat çekerken tevhide ulaşmada salt davranışın yetersizliğine vurgu yapar. Kuşeyrî’ye göre fark kulun bir nevi kesbi olan bir haldir ve Allah’ın kulunu fiillerine itaat ve muhalefet açısından şahit kılmasıdır. Yani şeriat çerçevesinde bir durum söz konusudur. Cem’ ise bunun tersine olarak kulun hiçbir şekilde müdahalesinin bulunmadığı Hakk’ın kulunu kendi eylemlerine velayet vasıtasıyla şahit tutmasıdır. Fark yoluyla halkın cem’ yoluyla da Hakk’ın zuhuru söz konusudur ki; kulun birliği gerçekleştirmesi için her iki hal de zaruridir. (Risâle, s. 144.)

Bu izahlardan anlaşılacağı gibi Kuşeyrî tevhidde tahakkukun ortaya çıkması için amelin tek başına yeterli olmayacağı gerçeğinden hareket eder. Bunun yanında o, kulluğun önemine ve ayrılmaz yanına da dikkatlerimizi çeker ki bu onun insanı bir bütün olarak görmesi ve diğer dinî ilimlerde de otorite sahibi olmasıyla ilgilidir.

Kuşeyrî fark ve cem’ bölümünün sonunda iki yaklaşım tarzını daha anlaşılır bir dille şu şekillde ifade eder: Bu iki hal arasındaki fark “gayretimle Sana kulluk yaptım” ve “Senin fazl-ı kereminle şahit oldum” sözlerinde açığa çıkar. Yani Kuşeyrîye göre ilk söz içinde taşıdığı benlik iddiasından ötürü eksik ve hatta son derece tehlikeliyken; ikincisi böyle bir iddiadan uzak olmak münasebetiyle kâmil ve dolayısıyla tehlikeden uzaktır. (Risâle, s. 146.)

Gaybet-huzur, sahv-sükr hallerini anlattığı yerde Kuşeyrî, tevhidde tahakkukun kendinden geçme haliyle mümkün olduğunu vurgularken bu hali yaşamayan sıradan Müslümanların eksikliklerine dikkatlerimizi çeker. (Risâle, s. 153.) Bu da onun ameli tek başına tevhide ulaşmada yetersiz görmesiyle alakalı bir durumdur.

Tasavvufta zevkin ne derece anahtar bir kavram olduğu bilinen bir gerçektir. Zevk eşyayı mahiyet-i nefsül emriyesine uygun bilmede (min haysü hüve hüve) önemli bir metodu yansıtır. Tecrübî bilgiyi de ifade eden zevk fıkıh, kelam ve felsefenin ortaya koyduğu yöntemlere de yapılmış bir eleştirirdir. Kuşeyrî de zevk ve şurb başlığı altında bu kavramı ele almış ve davranış-nazar yöntemlerini bu çerçevede yetersiz addetmiştir. O, zevk hakkında şunları söyler: “Zevk tecellinin meyvesi, keşfin neticesi, vâridâtın da öncüsüdür. Bu halin ilk seviyesine zevk, ikincisine şurb ve bu ikisinden daha üstün olana reyy adı verilir.” (Risâle, s. 155.)

Burada Kuşeyrî amel ve nazarla tevhide ulaşmanın eksikliğini zevkle ilgili yaklaşımının bütününe yayarak bu yaklaşımların (fıkıh-kelam-felsefe) eksikliğini ortaya koymaktadır.

Mahv-mahk ve isbatı ele aldığı yerde Kuşeyrî ‘tasavvuftan maksat mahka ulaşmaktır ki bu Allah’ın kulu kendi nefsinden yok edip tekrar beşeriyet evsafına irca etmemesidir.’ (Risâle, s. 157.) Bu ise bütünüyle beşer iradesi ve nazar dışında gerçekleşen bir süreçtir. Kuşeyrî setr ve tecelliyi anlattığı yerde avam ve havasın durumunu bu kavramlar çerçevesinde mukayese eder. Ona göre avam setr perdesi altındayken havass ise sürekli tecelliye mazhardır. Burada kasdedilen havass hiç şüphesiz tasavvuf ehlidir. Genel anlamda tasavvuf yazarları özelde de Kuşeyrî’nin avam tabiriyle işaret ettikleri zümre ise tasavvuf ehli dışında kalan kimselerdir. Bu konuda din bilgini olmak veya olmamak hiç fark etmez. Bu açıdan Kuşeyrî’nin setr ve tecelli hakkındaki sözlerinden onun amel-tefekkürü kifayetsiz gördüğüne dair yargıda bulunmamız yanlış olmayacaktır.

Muhâdara, mükâşefe, müşâhede, lavâih, tavâbi’, levâmi’ vs. gibi hallerin hepsine buraya kadarki izahlarda geçen irade-amel-nazar eleştirisi olarak bakabiliriz ki mevzunun detaylarında bu bakış açısını haklı çıkaracak çok fazla bilgi mevcuttur. Fakat hallerle ilgili olarak buraya kadar ki açıklamaların yeterli olduğunu kanaatini taşıyorum. Şimdi akıl-davranış-hayal eleştirisinin makamlar üzerinden nasıl ifade edildiğine bakalım.

Bu konudaki ilk hareket noktamız sûfîlerce gelenekten farklı anlaşılan mücâhededir . Mücâhede kelime anlamı olarak gayret etme, çabalama anlamlarına gelir. İslâmî gelenekte ise insanın nefsiyle olan mücadelesi ve kulluktaki gayretini (amel) ifade eder. Bu anlayış referansını “Bizim için mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz!” ayetinden almaktadır. Buna göre klasik bir okumayla ayet, cehd ortaya koyanı Allah kendi yoluna iletir şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Nitekim fıkıh ve kelamın da bakış açısı bu yöndedir. Fakat sûfîler bu bakış açısını doğru bulmazlar. Onlara göre varlığın ilk muharriki Allah olduğuna göre bu önermenin tersten kurulması gerekir. Yani Allah kendi yoluna eriştirdiklerine mücâhede hali bahşeder. Bu lütfa binaen kul gayret içinde görülür. Bu yaklaşım tarzında Allah’ın aşkın iradesi öne çıkarılmakta ve insan, kaderin belirleyici gücü altında resmedilmektedir. Kuşeyrî de mücâhedeyi anlatırken bu perspektiften konuyu değerlendirir. Ona göre mücâhede her ne kadar kula nisbet edilen bir gayretse de başlangıç seviyesine aittir ve tamamen Allah’ın dilemesi çerçevesinde gerçekleşir.  (Risâle, s. 188, vd.) Buradan çıkan sonuç şudur: Kul Allah’ın hâkim kudret ve iradesi altındadır ve o iradeden asla dışarı çıkamaz. Ayrıca o, mücâhede ile kemale ermez. Mücâhede yolun başlangıç safhasıdır. Tevhidi gerçekleştirmek ise bunun ötesinde bir sürece bağlıdır.

Kuşeyrî uzlet bahsinde ise insanın hayalinde oluşabilecek gerçek dışı unsurlara işaret eder. Ona göre bu unsurların oluşmasının baş müsebbibi şeytandır. İnsanın hayal gücünün bu oyununa karşı vahyin rehberliğinde ortaya konmuş güvenilir bilgiyi elde etmesi gerekir. (Risâle, s. 198.) Burada görüldüğü gibi Kuşeyrî hayalin insanın kesin bilgi arayışında saptırıcı yanına temas etmiş ve bunun giderilmesinde vahyin rolüne dikkatlerimizi çekmiştir.

Kuşeyrî’nin zühdle ilgili değerlendirmeleri de konumuz açısından önemlidir. O zühdün keyfiyetinin tasavvuf ehli arasında tartışmalı olduğunu belirtir ve pek çok yaklaşımı tercih belirtmeden sayar. Buna göre zühdü dünyayı terk etmek olarak anlayanlar olduğu gibi dünyanın bizzat mezmum olmayıp Allah’la irtibat açısından değerlendirilmesi gerektiğini söyleyenler de vardır. Kuşeyrî’nin bu izahlarında da tasavvufun amel eleştirisinin izlerini bulmak mümkündür. Zira ona göre zühdün dünyayı terk etme gibi bir kalıba ifrağ edilmesi ariflerin ulaştığı bir makam olan zühdü ifade etmez. Dolayısıyla zühdü sadece davranış tarzı olarak kabul etmek Kuşeyrî’ye göre doğru bir yaklaşım değildir. (Risâle, s. 219 vd.)

You may also like

Leave a Comment