Anakronizm “bir olayın tarihi ve çağı üzerinde yanılma, tarih ve çağları birbirine karıştırma” şeklinde tanımlanır. Üç farklı şekli üzerinde durulmuştur. Bunlar olgu anakronizmi, dil anakronizmi ve yaklaşım anakronizmidir.
Olgu anakronizmi, geçmişin ele aldığımız bir kesitinde olmayan bir durumu varmış gibi göstermedir. Örneğin, 17. yüzyıl İstanbul’unda geçen bir sinema filmi veya tarihi bir romanda patates yendiğine dair bir anlatım olgu anakronizmidir. Çünkü patatesin Osmanlı topraklarına gelip temel bir gıda maddesine dönüşmesi 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonradır.
Dil anakronizmi ise bir kelimenin veya kavramın bugün için kazandığı bir anlamı geçmişte de varmış gibi değerlendirerek o kelime ve kavramın geçtiği tarihsel metni bugünkü anlamıyla yorumlamaktır. Sözgelimi “oğlan” kelimesinin kazandığı bu günkü olumsuz anlamı geçmişte de var kabul edip tarihsel metinlerde karşımıza çıkan “iç oğlanı”, “acemi oğlan” gibi ifadeleri bu şekilde anlamak dil anakronizmidir.
Yaklaşım anakronizminde ise bugünün değer yargılarının, telakkilerinin, zevklerinin geçmişte de olduğunu kabul ederek tarihi bir olayı bu kriterlerle değerlendirme söz konusudur. Meselâ daha ulus devletlerin ve milliyetçiliğin ortaya çıkmadığı dönemlerdeki bir kısım mücadeleleri ve savaşları milliyetçilikle, ulusçulukla açıklamak yaklaşım anakronizmi olur.
Biz, tarihin belli bir kesitinde bulunuyoruz. Nasıl ki bundan öncesi bizim için geçmiş ise bizim çağımızda gelecektekiler için geçmiş olacaktır. İnsanlar ve toplumlar olduğu yerde durmaz. Sürekli bir değişim halinde olurlar. Nitekim kadim bilgelikte “Değişmeyen tek şey değişimdir.” derler. Sûfîler ise tecelli de tekrarın olmayacağını söyleyerek bu değişken yüze dikkat çekerler. Dolayısıyla bugün güzel bulunan, değerli addedilen bir şey yarın hoş karşılanmayıp kıymetsiz görülebilir. Dil de toplumsal değişime paralel olarak değişir. Kelimelerde anlam genişlemesi ve farklılaşması olur. Hatta bir kelime bazen önceki anlamının tam tersi bir anlam için kullanılır hale gelebilir.
Şu halde geçmişe yönelik her anlama ve yorumlama çabasında kendi tarihselliğimizi göz ardı etmemeliyiz. Doğru bir anlama için o günün toplumsal yapısını, değer yargılarını ve dilini onların anladığı noktadan idrak etmek gerekir. Aksi halde ya geçmişi anlayamayız ya da yanlış anlarız.
İlâhî hitap diğer bir ifadeyle Kur’ân ve Sünnet nasları da bize tarihin bir dönemi ve belli bir toplum ve dil aracılığıyla ulaşır. Bu açıdan nasları doğru şekilde anlayabilmek için öncelikle o nasların vücûd bulduğu toplum yapısını, o toplumun değer yargılarını, hassasiyetlerini, inançlarını ve kelimelere yükledikleri anlamları söz konusu toplumun penceresinden bilmek gerekir. Yine tarihin bir dönemi olan günümüzü bir nevi gerçekliğin ölçütü olarak kabul edip yargılayıcı bir pozisyona da yerleştirmemek icap eder. Bu günkü ölçütlerin değişebileceğini kendi yaşamamızdan dahi tecrübe ederek zaten görmekteyiz. Nasları anlamadaki en büyük sorunlardan biri işte bu tarihsel düzlem farkını es geçmektir. Bu düzlem farkı göz ardı edildiğinde de bir yanlış anlama biçimi olan anakronizme düşmek kaçınılmaz olur.
Dini metinlerin anlaşılmasında olgusal anakronizm daha az düşülen bir durumdur. Özellikle muhaddislerin, müfessirlerin bu hususta hassas oldukları bir gerçektir. Olabildiğince ne gerçekleştiyse onu olduğu gibi yansıtmaya çalışırlar ve bunda da çok büyük bir oranda başarılıdırlar. Örneğin bir rivayette tarihsel gerçeklikle uyumsuz bir durumun gelmesi onlar nezdinde bu rivayet adına bir zaaf nedenidir.
Dil anakronizmine düşmekten kaçınmada ise önemli ölçüde başarılı olunmuş olsa da bu başarı, olgu anakronizmine düşmekten kaçınma boyutunda değildir. Nitekim birçok terimin sonradan kazandığı anlama göre nasların yorumlandığını görebilmekteyiz. Örneğin naslarda kullanılan “derin bir dini anlayış, kavrayış” anlamındaki “fıkıh” ifadesini sonraki dönemde oluşan kavramsal anlamıyla dinin ameli hükümlerini inceleyen ilmi disiplin olarak yorumlandığını görebilmekteyiz. Yine sûfî çevrelerde lafızların sonradan inşa edilmiş anlamlarıyla dini metinleri anlama yaygın bir durumdur.
Şu da var ki bu iki çeşit anakronizme karşı bir farkındalık vardır. Bu nedenle mümkün mertebe, olanı olduğu şekilde tespit etme ve Câhiliyye şiirinden yardım alarak bir nastaki kullanımı o gün ne ifade ediyorsa anlamak için gösterilen büyük çabalarla kaynaklarımız doludur. Asıl sorun, özellikle de günümüz insanı için “yaklaşım anakronizmi”dir.
“Yaklaşım anakronizmi” şeklinde ifade edebileceğimiz bir sorun, modern dönemlere kadar büyük ölçüde karşımıza çıkmaz. Zira hayatın içerisinde, eğilimlerde büyük değişimlerin olmadığı o dönemlerde yaklaşımlarda da çok büyük oranda değişim olmamıştır. Ama modern dönemlerdeki muazzam değişim geleneksel bütün değerleri, kültürleri kökünden sarsmıştır. Kendine has yeni değer sistemleri ve “kutsal”lar oluşturmuştur. Avrupa’da gerçekleşen bu yeni değer sistemleri bütün dünya toplumlarını da etkisi altına almıştır. Haliyle de müslüman toplumlar da bundan azade kalamamış, bu baskın kültürün etkisi altına girmişlerdir. Bu yeni değer sistemleri karşısında bazıları tamamen kendi değerleriyle irtibatını kaybederken, değerleriyle bağlarını koruyanlarda ise önemli ölçüde yaklaşım sorunları oluşmuştur. İşte bu noktada bütün bir geçmişi ve nasları bugünün değer yargılarıyla ele alma durumu ortaya çıkmıştır. İşte yaklaşım anakronizmi dediğimiz şey de budur.
Böyle bir durumun yıkıcı tesirler doğurduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bugünün değer yapısına uyumlu olmayan bir nassa karşı üç farklı yaklaşım gelişmiştir. Birincisi bunu bugünün değer yargılarıyla bağdaştıramadığı için dinden uzaklaşma. İkincisi söz konusu metinleri inkar etme. Özellikle de bu durum hadislere yaklaşımda sıkça karşımıza çıkar. Klasik tenkit sisteminde tamamen sorunsuz görünen hadisler bile bu sâikle keyfi bir şekilde reddedilebilmektedir. Yine klasik tenkit sistemi açısından zayıf hatta uydurma olan bir rivayet bugünün algılarına mutabık olduğu için sahiplenilebilmektedir. Üçüncü yaklaşım ise zorlama yorumlara girerek söz konusu nasları bugünün zihin dünyasının kabullenebileceği şekle sokmak, “uysallaştırmak” olarak tezahür etmiştir.
Yaklaşım anakronizmi kanaatimce dini metinleri anlamada modern dönem insanı ve Müslümanlar için en çetin engeldir. Öncelikle belirttiğimiz gibi bugünün değer yargılarını esas kabul etmek sorunludur. Fakat farkında olalım ya da olmayalım az çok hepimize bu anlayışlar sirayet etmiştir. Bu kabuller dini metinleri anlama ve sahiplenebilme önünde duvarlar oluşturmaktadır. Bu problemin farkında olunmadığında ya reddetmek ya da tevil etmek zorunda kalınır. Bu ise inancımızda bir gedik açtığı gibi mantıkî tutarlılığı da kaybettirir. Şu halde evvela bugünün makbul telakkilerini naslar ve gelenek üzerinde hakem kılmanın bir sorun olduğunu kabul etmek yahut en azından bir sorun olabileceğinin farkında olmak gerekir. Bazı örneklerle bunu açmaya çalışalım.
Söz gelimi çok eşlilik bugünün dünyası açısından kabul edilebilir bulunmaz. Bu açıdan çok eşliliğin dinen meşru kabul edilmesi birçok Müslümanın zihin dünyasında bir yere oturmaz. Hele de Peygamber’in (s.a.v) çok eşliliği, bazılarını dinle arasına mesafe koymaya kadar vardırır. Halbuki geleneksel toplumların birçoğunda olduğu gibi Arap toplumunda da çok eşlilik gayet normal karşılanan bir durumdur. Hatta çok eşlilik takdire şayan bir vasıf olarak kabul edilir. Nitekim Kâdî İyâz’ın Şifâ-i Şerîf’inde Peygamber’in evlilikleri bir övgü sebebi olarak görülür. Halbuki bugünün algısıyla bakan bizler Kâdî İyâz’ın Peygamber’in çok eşliliğe mecbur bırakan birçok sebep zikretmesini beklerdik. Hazret zikretmemiştir, zikretmez de. Çünkü bu durum bir sorun olarak görülmez. Hatta birçok kadına bakabilme, onları idare ve himaye etme kişinin “adamlığı”nın nişanesi olarak kabul edilir. Şu halde çok eşliliğe o toplumdaki bakış açısını bilmezsek anakronizme düşer, bugünün yargılarıyla değerlendirir, haliyle de yanlış anlarız.
Yine sahabe hanımların hayatına bakıldığında birçok evlilik yaptıklarını görürüz. Bir sahabeden boşanıp başka sahabeyle onun ardından bir diğeriyle evlenen pek çok kadın sahabe vardır. Bugünün Türk toplumunun penceresinden bakıldığında bize bu durum çok iç açıcı gelmez. Çünkü bizim toplumuzda eşini kaybeden ya da boşanan bir kadının evlenmesine olumlu gözle bakılmaz. Bunun içindir ki böyle kadınların büyük bir çoğunluğu ömrünün geri kalanını dul geçirirler. Fakat o günün Arap toplumunda evlilik bu kadar güçlü ve zor bir bağ değildir. Evlenip boşanma tabiri caizse bir işten ayrılıp başka bir işe girmek kadar normal kabul edilir. İşte bunu bilmediğimizde o kadın sahabeler hakkında zihnimizde olumsuz şeyler belirir ve yine yanlış anlarız.
Bir başka örnek sahih kaynaklarda geçen bir anlatımdır. Söz konusu anlatımda Ümmü Süleym’in Peygamber’in (s.a.v) saçından bit ayıkladığı anlatılır. Bir sürü temizlik ürünün olduğu, envaiçeşit kimyasalın kullanıldığı günümüzde saçın bitlenmesi bize garip gelir ve bir kirlilik alameti kabul edilir. Haliyle de Peygamber’e (s.a.v) yakıştıramayız. Halbuki kimyasal hijyen maddelerinin olmadığı klasik toplumlarda ne kadar temizliğe dikkat edilse de bitlenme zaman zaman kaçınılmazdır haliyle de gayet normal bir durumdur. Hatta eskiler “Pire itte, bit yiğitte bulunur.” derler. Yani pire bir kirlilik alametiyken bit canlı kanlı olmanın ürünüdür. O bakımdan eğer bu tarihsel imkân ve ortam farklarını bilemezsek Peygamber’in bit ayıklatmasını yanlış anlarız.
Yine kölelik cariyelik meselesini bugünün algılarıyla bakma da bir yanlış anlama sebebidir. Meselâ bir efendi cariyesiyle herhangi bir nikah olmadan cinsel birliktelik yaşayabilir. Bunu fıkıh metinlerinde gördüğümüzde bizde sarsıcı bir etki oluşturur. Çünkü biz bugünün değer yargılarıyla bakarız. Halbuki o günkü toplumsal koşullarda bu durum cariye için büyük bir lütuftur. Hatta eğer efendisinden çocuk doğurursa özgürlüğe açılan kapıdır. Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı” isimli romanında pek çok ilahiyatçıda göremeyeceğimiz tarzda hayret verici bir şekilde bir cariyenin efendisinden çocuk doğurmasıyla atlayacağı statü doğru bir şekilde ustalıkla anlatılır.
Şu da var ki bu anakronizm anlamanın önündeki bir engeldir. Yani tarihsel bir durumu doğru anlamamızı engeller. Fakat anladığımızla inşa sürecinde ise başka bir sorun olarak karşımıza “tersinden anakronizm” olarak ifade edebileceğimiz diğer bir sorun çıkar. Tersinden anakronizm o günün örfünü, kültürünü ve toplumsal şartlarını ezeli ebedi olması gereken nihai durum görmektir. Bu ise Selefi-Vehhâbîler’in yaptığı gibi bizi koyu bir şekilciliği düşürür. Dinin evrensel yönünü yok eder. Dolayısıyla bugünün şartları gerçeğin tam ölçütü olmadığı gibi o günün örfü ve şartları da gerçeğin tam ölçütü değildir.
Söz gelimi Hz. Peygamber (s.a.v) fıtır sadakası olarak kişi başı bir ölçü (sâ‘) hurma tespit ettiği için halen bir ölçü hurma vermenin şart olduğunu düşünmede böyle bir anakronizm söz konusudur. Nitekim Kardâvî bunun nasıl bir sorun doğurduğunu mealen şöyle anlatır. “Fıtır sadakası illa hurmayla verileceği için hurma toptancısından örneğin beş liraya alıp bir fakire verdiğimizde bu adamın yanında bir hayli hurma birikir. Bu kadar hurmayı yiyemeyeceğine göre satıp başka ihtiyaçlarını da görmek ister. Toptancının kapısını çaldığında ise aynı toptancı kendisinden bu hurmayı anca üç liraya alır.” Görüldüğü üzere bu durum Şâri’in maksadını yok etmedir. İşin şeklini ikame ederken ruhunu öldürmedir. Nitekim Selefi-Vehhâbiler’in böyle bir şekilciliği vardır. Ve bu her zaman bu kadar masum da olmamaktadır. Nitekim İŞİD örneğinde bu tersinden anakronizmin nasıl bir trajediye yol açtığını bütün çıplaklığıyla hepimiz gördük.
Anakronizme düşmeme o günü anlayabilmek ve bugünün değer yargılarıyla yargılamamak için hayatidir. Tersinden anakronizm ise aradaki çağları, değişimleri ve insani birikimi es geçmedir. Gerçekliği olmayan bir nostalji arayışıdır. Evrensel hitabı tarihsel ve kültürel sınırlılığa mahkûm etmedir. Esasında Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh disiplinlerinde tersine anakronizmi aşma adına çaba gösterilmiştir. Hali hazırda ise gösterilecek çok daha fazla çabaya ihtiyaç vardır. Çünkü tarihi olarak bu ilimlerin inşa sürecinin ana hatlarıyla tamamlanması da nasların vücûd bulduğu tarihsel ortamdan keskin hatlarla ayrılmaz. Dolayısıyla bugün için mezkûr ilimlerde, keskin kopuşun olduğu bu dönemi de -gerçekliğin ölçütü kabul etmeksizin- ihata eden kuşatıcı bakış açısına ihtiyaç vardır.
Velhasıl yaklaşım anakronizm tersinden anakronizmle birlikte naslarla ve gelenekle aramızda bir heyûlâ gibi bulunmaktadır. Bu örneklerle belli ölçüde bu büyük soruna dikkat çekmeye çalıştım. Fakat bu konu etraflıca üzerinde durmayı iktiza eden bir konudur. Ancak bu yazı daha fazlasını kaldırmayacağı için bu kadarla yetiniyorum. Bu kadarının da söz konusu sorunu fark etmeye bir nebze katkı sağlayacağını umuyorum.