Anasayfa » Dualiteden Vahdete

Dualiteden Vahdete

-Beled Sûresi’nden Bir Vicdan Testi-

Yazar: Dr. Ahmet Yılmaz

İnsan, tarihte hiç olmadığı kadar çeşitli meşguliyetlerin girdabında savruluyor: teknolojinin baş döndürücü hızı, ekranların göz kamaştıran ışığı, anlık parlayıp sönen imgeler, ölçü ve sınır tanımayan arzular…

“Hiç olmadığı kadar” dedim ama belki de bu, her gün farklı bir teknoloji sağanağına maruz kalan bir ibnü’z-zaman olarak kendi devrimi okuma biçimimin bir mahsulü. Zira insanın bu hâlinin yalnızca bu ifritten döneme mahsus olmadığı ve her devrin farklı imtihan vesileleriyle kuşatıldığı su götürmez bir gerçek. Araçlar değişti, fakat öz aynı kaldı: insan, enfüsî hakikatlerle yüzleşmek yerine içindeki boşluğu âfâkî meşguliyetlerle doldurmanın peşinde oldu. Işık ile gölge, hakikat ile mecaz, öz ile suret arasında süregelen dualite hep aynı soruyu fısıldadı: İnsanın yönelişi nereye?

Evet insan, içindeki susuzluğu daima hâriçteki seraplarla avutmaya çalıştı. İnsanın modern çağda ekranların karşısında yaşadığı parçalanmışlık da, eski çağlarda servet, gösteriş ya da güç üzerinden yaşadığı parçalanmışlık da aynı mihverin farklı tezahürleri gibi. Zorluk ve sınanma değişmezimiz; değişen sadece dekor, sahne ve araçlar.

Başlıkta “dualite” diyerek dikkat çektiğim Fransızca kökenli kelime “ikili, ikilem veya ikili denge” anlamına geliyor. Bu kavramı, imtihan realitesinin doğal bir sonucu olarak kişinin hayatı boyunca önüne çıkarılan yol ayrımlarını ya da tercihleri ifade etmek üzere kullandım.

Allah Teâlâ, Beled Sûresi’nin 4. ayetinde, bu yazıda üzerinde duracağımız hususların temelini ifade buyuruyor: “Hiç kuşkusuz bir insanı zahmetli bir hayat için yarattık.” Bu, bir varsayım değil; insanın gündelik tecrübesine, kırılganlığına ya da direncine dair özlü bir tespittir. Zorluğun varlığı, kader planında bir cezalandırma değil, kişiliği katmanlandıran bir inşa sürecidir. İnsanın iradesi, bu inşa sürecinde parlar. İlahiyat Fakültesi’ni yeni bitirdiğim ve halk dersleri yapmaya başladığım günlerde okuduğumu hatırladığım küçücük bir hikâye vardı. Hikâyeye göre, bir adam ormanda yürürken bir ağacın dalına tutunmuş küçücük bir koza gördü. İçeride bir tırtıl, kendini özgürlüğe taşıyacak daracık kapıdan çıkmak için çabalıyordu. Adam, tırtılın ne kadar zorlandığını görünce acıdı. Ona yardım etmek istedi. Elleriyle kozayı yırtıp açtı ve tırtılı dışarıya çıkardı. Ama tırtılın kanatları cılızdı, bedeni güçsüzdü. Uçamadı. Geriye kalan ömrünü yerde sürünerek geçirdi. Adamın bilmediği ya da fark edemediği hakikat şuydu: Tırtılın kozanın cidarlarından kurtulmak ve o dar kapıdan geçmek için verdiği mücadele, kanatlarına can verecek olan İlâhî bir sırdı. Çabası sayesinde kanatlarına fer üflenecek, vücudu güçlenecek ve bu böylece göklere doğru pervaz edecekti.

Kur’an’da çokça gözlemlenen bir anlatı tekniği vardır: Önce değişmez bir hakikat görünür kılınır ve nazarlara verilir; ardından bu hakikati ihmal eden karakterin sureti betimlenir. Mesela Beled Suresi 4. ayette bir hakikat ortaya konulurken, 5. ayette; “Kendi üzerinde kimsenin güç sahibi olmadığını mı sanır?” sorusundaki hitabet, bir dinî hüküm bildirmekten çok, psikolojik bir aynayı Kur’ân’ın muhataplarının idrakine tutmaktadır. Failin özellikle gizlendiği bu cümle –gramerin “hazif” dediği tercih– okuru metnin içine davet eder. Çünkü adı konmayan özne, potansiyel olarak ‘ben’dir. Böylece Kur’an metni, sadece tarihsel bir figürü değil, çağları aşan ve her çağda örnekleri gözlemlenen bir karakteri konuşturur.

Arap dilinde fiil faille tamamlanır; failin hazfedilmesi ise kimi zaman anlamda güçlü bir sanatsal etki oluşturur. Bu âyette hazfedilen failin, bağlamdan anlaşıldığı üzere, inkârcı Mekke müşrikleri ve kıyamete kadar onları takip edecek olanları, daha özelde ise malıyla övünen, kibirli ve ilahi denetime kapalı bir birey olduğu açıktır. Ancak bu failin doğrudan söylenmeyip silinmiş gibi bırakılması, son derece dikkat çekici bir edebî tekniktir. Çünkü kendini büyük gören, kibre kapılan bir insan için en ağır mesajlardan biri, onu adıyla bile anmaya değer görmemek, varlığını dilde yok saymaktır. Âyet, açık bir hitap ya da zikrediş yerine sessiz bir reddediş ile bu kişiyi, aslında o profili doğrudan muhatap almaktan geri durur. Böylece Kur’an, muhatabını yalnızca içerikle değil, ifade biçimiyle de terbiye eder: Kendisini güçlü sanan bu insanın ismini dahi anmayarak, onu dilde ve hitapta siler; varlığını adeta sessizlikle cezalandırır.

6. ayet-i kerimede; “Yığınla mal tükettim” cümlesi, aslında bir kimlik tanımlama çabasını ifşa eder. “Yığınla mal harcadım!” diyen bu insan, sadece ekonomi bağlamında ifade kullanmış olmaz; aynı zamanda benliğini para üzerinden tanımlayan ve varlığını tüketimle anlamlandıran kibirli bir zihniyetin sesi olmuş olur. Beled Sûresi’nde geçen bu söz, modern dünyanın gösteriş odaklı insan tipolojisini de çarpıcı biçimde yansıtır. Günümüzde sosyal medya mecralarında her an “tatilini”, “alışverişini”, “lüksünü” teşhir eden kimseler, harcamalarını yalnızca ihtiyaçla değil, dikkat çekme arzusuyla yönlendirirler. Tıpkı “ehlektü” kelimesindeki “helâk” kökünün çağrıştırdığı gibi, bu harcamalar aslında bir tükenişin, bir boşlukla doldurulma çabasının dışa vurumudur. Ve “lübedâ” ifadesinde gizlenen yığınla mal, sadece maddî zenginliği değil, gösterişin altında yatan kimlik boşluğunu, tanınma açlığını da açığa çıkarır. Modern çağın bu tüketim kahramanı, markaların içinde kaybolmuş, yediği yemeği bile başkalarının onayına sunmadan tadamayan yeni bir müşrik modelidir âdeta; çünkü yalnızca sahip olduklarıyla değil, harcadıklarıyla büyüdüğünü zanneder. Kur’an’ın bu âyeti, sadece bir tarihsel figürü değil, bugünün lüksle sarhoş olmuş insanını da yüzleştirir: Kendini ispatlamak için sadece malını değil, vicdanını da tüketen insandır bu. Ve Allah, bu insanın harcadıklarını değil, niyetinin boşluğunu sorgular. Bu bağlamda 6. ayet, sadece bireysel bir söylem değil, tarihin ve çağdaş toplumların lüks tüketim ideolojisine, geleneksel kibrin kendisini ifade biçimidir. Tüketimle yücelme, harcamayla anlam kazanma, bireyin mal üzerinden kimlik inşası; bunların tümü, imtihanı unutan insanın modern versiyonlarıdır. Kur’an’ın sorduğu ikinci soru, bir paradoksu ortaya koyar: “Kendisini gören olmadığını mı sanır?” Sosyal mecralardaki görüntülenme ve takip edilme arzusu, kendini hesapsızca sergileyen bir “ben” üretirken, paradoksal biçimde dikkat çekememe korkusunu derinleştirir. Halbuki ilâhî gözetim devam etmektedir. Oysa Rabbimiz onu yaratandır, içinden geçeni bilendir ve her an onu görendir. Bu âyet, hem bir ikaz hem bir ihlâs hem de bir ihsan çağrısıdır; kişinin içiyle dışının örtüşmesini, gösterişten arınmasını ve hayatını Allah’ın gözetimi altında olduğunun bilinciyle sürdürmesini ister. Böylece insan, sadece göz önünde değil, vicdan önünde de dürüst olmaya davet edilir.

Surenin devamında, insanın hem fiziksel hem de ahlâkî donanımına dikkat çekilerek, insanın varoluşsal sorumluluğu derinlikli bir biçimde ortaya konulur. İnsana bahşedilen önemli bazı nimetler tek tek sayılarak, onun görsel, dilsel ve ahlâkî yetkinliği vurgulanır: “Biz (ona görmesi için) gözler, (Gönlüne tercüman olacak) bir dil ve dudaklar, vermedik mi? Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi?” İki göz ifadesi, sadece görmeyi değil, fark etmeyi, ibret almayı ve idrak etmeyi simgeler. Dil ve iki dudak ise, konuşma kabiliyetini ve anlam üretme gücünü temsil eder. Bu, insana düşüncelerini ifade etme, hakikati dillendirme ve toplumsal bağlar kurma gibi çok yönlü bir yetenek verilmiş olduğunu gösterir. Ancak bu fiziksel lütuflar, asıl hedefe yani 10. âyetteki iki yola hazırlık niteliğindedir. “Necdeyn” yani iki yol, hayır ve şer, doğru ve yanlış, iman ve inkâr yollarını temsil eder. Yani insan yalnızca donatılmış değil, aynı zamanda ahlâkî bir seçim varlığıdır. İnsan görür, gördüğünü anlamlandırır ve anlamlandırdığını konuşur ve bu donanımla yol ayrımına getirilir. Bundan sonra mesele, hangi yolu seçeceğidir. Ve işte tam da o noktada, imtihan başlar. Kur’an, insanın önüne iki yol koyar: Biri yokuş yukarı çıkan, zahmetli ama yüceliğe götüren; diğeri ise inişli, kolay ama uçuruma açılan iki yol. نَجْدَيْنِ (necdeyn) kelimesi bu iki yolu mecazî bir şekilde yansıtır: Kur’an’ın وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِifadesiyle insanın önüne serdiği iki yol, sıradan bir yön tayini değil, yüksek ve sert zeminli bir sorumluluk davetidir. Zira النَّجْد kelimesi, lügatte “yükseltilmiş, engebeli ve zor geçitli yer anlamına gelir. (el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, 791.) Bu ifade, seçilecek yolun tabiatını da tarif eder: Zahmetsiz, dümdüz ve alçak bir yol değil; ter, sabır ve irade isteyen bir yokuş yukarı çıkış. Hayır ve şer yolları, sadece teorik tercihlerin değil, varoluşun dik yamaçlarıdır. İnsan her gün, iyilikle bencillik arasında, merhametle ilgisizlik arasında, infakla israf arasında bu sarp yolları tırmanır ya da kayar. Kur’an bu iki “necd” ile insanı hem özgür bırakır hem de sorumlu kılar: Çünkü gösterilen yollar, artık görmezden gelinemeyecek kadar belirgindir. Birbirinin alternatifi olarak tanımlanabilecek bu iki yol, sadece dış dünyanın değil, insanın iç âleminin de ayrımlarıdır. Kalbin bir yanı vermek, şefkat göstermek, direnmek isterken; öteki yanı bencillik, hırs ve tembelliği fısıldar. İşte bu yüzden necd, sıradan bir yol değil, irade gerektiren bir tırmanıştır. Çünkü çoğu zaman hakikate çıkan yol, kolay değil, zor olandır. Çünkü merhamet, fedakârlık, sabır ve tevazu yokuş yukarı çıkar; kibir, cimrilik ve nefsi takip etmekse inişli bir patikadır. Kur’an bu iki yolu önümüze sererken, bizi de bir karar noktasına getirir: Hangi yolu seçeceğiz?

Ve işte 11. âyet tam burada, ufukta belirir: “Fakat o, sarp yokuşa atılmadı.” Kur’an burada insana çarpıcı bir tenkit yöneltir: Ona yollar gösterildi, nimetler verildi, hak ile bâtıl arasındaki ayrım açıklandı; fakat o, “Akabe”ye, yani sarp, dik ve zorlu yokuşa adım atmadı. اِقْتَحَمَ fiili, sözlükte “cesaretle dalmak, tehlikeyi göze alarak bir engelin içine dalmak” anlamına gelir. (el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, 656.) العَقَبَةَ kelimesi ise sert, geçit vermeyen, yorucu bir yokuşu ifade eder. Ancak bu anlam, zamanla çeşitli benzerliklerden dolayı kartalın avını kovalarkenki hızlı ve kararlı hareketine, dalgalanan bayrağın şekline, kuyunun kenar taşlarına ve hatta küpede taşıyıcı tel gibi işlev gören en ince bağlantıya da teşmil edilmiştir. (el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, 576.) Bu, Arapçanın derin sembolizm gücünü ve kelimelerin çağrışım zenginliğini yansıtır. Özellikle الْعَقَبَةَ kelimesi Kur’an’da kullanıldığında, yalnızca bir fiziksel zorluğu değil, manevî yükselişin, çabanın, imtihanın ve insan iradesinin sınandığı geçitleri de ima eder. Dolayısıyla burada kastedilen yokuş maddî bir arazi değil, ahlâkî bir yüceliktir; insanı gerçekten insan yapan yüce sorumluluklardır bu yokuşun taşları: Yetimi doyurmak, yoksulu gözetmek, köleyi özgürlüğe kavuşturmak, nefsini terbiye etmek…

Kur’an, kolay olanı seçen ve kendi konfor alanından çıkmayan insanı “sarp yokuşa hiç yönelmedi” diyerek sert ama haklı bir susuşla kınar. Çünkü ‘akabe’ye girmek, sadece iyiliği bilmek değil; o iyiliğin bedelini ödemeye razı olmaktır. Bu ayet, insanın imtihan karşısındaki pasifliğini ifşa eder; bilmesine rağmen yapmayan, görmesine rağmen yönelmeyen, dua etmesine rağmen eylemsiz kalan kuru kalabalıkları hatırlatır. Oysa kurtuluş, yokuşun ötesindedir. Akabe’nin dikliği korkutucudur; ama ancak orayı aşanlar, insanî erdemin doruklarına ulaşabilir. Kur’an’ın bu ayette kullandığı ve hüküm içeren net üslup, aslında insanın içindeki potansiyele bir çağrıdır: Kalk! Korkma! Yokuşa tırman! Çünkü hakikat, zirvelere gizlenmiştir! “Fakat sarp yokuşa atılmadı” ifadesinde dikkat çeken en çarpıcı hususlardan biri, daha önce olduğu gibi fiilin öznesinin zikredilmemiş olmasıdır. Kur’an, bu bilinçli hazif / yok sayma ile bir taraftan sûrenin başından beri yerilen ve mütekebbir bir profile sahip kimseleri yok sayarken diğer taraftan okuyucunun dikkatini özneye değil, eylemsizliğin kendisine çeker. Zira burada hedef alınan, sadece belli bir kişi değil; her çağda, her toplumda var olabilecek bir insan profilidir: Hakikati bildiği hâlde onu yaşamak için adım atmayan, iyiliğin zorluğundan kaçınan, konforuna sığınıp sorumluluktan uzak duran insan tipi. Failin hazfi, bu insanı adeta hiç kabilinden sayar. Aynı zamanda bu, Kur’ân’ın muhataplarına yöneltilmiş sessiz bir çağrı gibidir: “O, yokuşa atılmadı… Peki ya sen?” Kur’an bu yöntemle, eleştirisini belirli bir şahsa yöneltmek yerine, vicdanlara yöneltir; herkes bu cümledeki boşluğu kendi adıyla doldurur. Böylece âyet, sadece bir haber değil, herkese yöneltilmiş bir imtihan cümlesi hâline gelir. Bu hakikat, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) şu hadis-i şerifi ile ne kadar da uyuşmaktadır! “Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği, (nefse zor gelen) şeylerle (mekârihle) çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1.)

Kur’an, ilahi itaba muhatap olan karaktere sahip olan kişilerin sarp yokuşa atılmadıklarını bildirerek onların zaafına dikkat çeker ve ardından 12. âyette ise bu yokuşun ne denli büyük ve anlamlı bir yükümlülük olduğunu, sarsıcı bir soruyla zihinlere taşır: “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” Bu ayet, bir merak ve dikkat uyandırma tekniğidir. Arap belâgatında “ve mâ edrâke” kalıbı, büyük bir gerçeği haber vermeden önce zihinleri hazırlamak için kullanılır. Burada Kur’an, ‘akabe’nin sıradan bir mecaz değil, ağır bir ahlâkî yükümlülük olduğunu haber vermeye başlamaktadır. Önceki ayette insanın bu yokuşa atılmadığı söylenmişti; şimdi ise bu yokuşun ne olduğu, bir şok etkisiyle açılacaktır. Bu ayet, sadece bir geçiş cümlesi değildir. O, insanı sarsar, düşündürür, hazırlığa çağırır. Aynı zamanda öğretici bir metodolojidir: Eğitimde bir konuyu öğretmeden önce öğrencide öğrenme isteği uyandırmak, bilginin kalıcılığını artırır. Bu âyet, tam da bunu yapar. Öğrenci (Kur’ân’ın muhatabı / okuyucusu) “akabe nedir?” diye merak etmeye başlar. Soru biçiminde yapılan vurgu, öğrenenin dikkatini zirveye çıkarır. Bu da derin işlemleme sağlar ve bilginin zihinde daha kalıcı hâle gelmesini destekler. Ayrıca bu üslup sayesinde, yeni bir bilgiye geçmeden önce zihin bir tür hazırlık evresine sokulur. Kur’an burada, ‘akabe’yi anlatmadan önce zihni o yükün ağırlığına hazırlar: “Birazdan anlatılacak şey basit bir şey değil!” Burada dikkat çeken bir başka husus ise Kur’ân’ın okuyucusunu doğrudan muhatap kabul etmesidir. Kur’an’ın وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ ifadesi, gramer düzeyinde oldukça dikkat çekici bir yapı taşır. Cümlede geçen ikinci şahıs zamiri كَ (sana), Kur’an’ın okuyucusunu doğrudan muhatap aldığını gösterir; bu da metnin anlatıcıdan bağımsız değil, canlı bir hitap düzleminde işlediğini ortaya koyar. Dolayısıyla eğitim interaktif bir düzeye intikal eder.

Evet, Kur’an, “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” diyerek muhatabını düşünmeye, teemmül etmeye, içe bakmaya davet eder. Ardından cevap silsilesi de bizzat Allah Teâlâ’dan gelir; çünkü böyle büyük bir hakikati, insan kendi başına kavrayamaz. İlahi hitap, merakı ilme, sükûtu hikmete çevirir. Böylece Kur’an, hem soruyu sorar, hem de cevabını verir; ama önce, kalbi cevap almaya layık bir hâle getirir. Bu retorik sorunun hemen ardından gelen فَكُّ رَقَبَةٍ(bir boynu özgürleştirmek) ifadesi, bu yokuşun ilk basamağını açıklar. Böylece 13. âyet, sadece kavramsal değil, pedagojik bir devamlılık da sağlar: Akabe’yi tırmanmak, önce bir canın üzerindeki zinciri çözmekle mümkündür. Bu noktada akıllara “Günümüzde kölelik mi kaldı ki?” sorusu gelebilir. Modern dünyada, hâlâ dünyanın birçok yerinde “adı konulmamış” köleliğin fiili olarak devam etmesi bir yana, ayet-i kerimede sadece tarihsel anlamda bir kölelik kurumuna değil, her çağda farklı biçimlerde karşımıza çıkan esaret biçimlerine karşı ilkesel bir duruş söz konusu edilmektedir. Zira kölelik, sadece zincirle boyna vurulmuş olmak demek değildir; bugün modern insan, ekonomik sömürü, zorunlu göç, sistematik yoksulluk, bağımlılıklar, insan ticareti, hatta algoritmalar ve ekranlar yoluyla dijital esaret biçimleriyle kuşatılmıştır. Bugün borç sarmalında yaşamaya mahkûm edilen milyonlarca insan, sadece bedeniyle değil, umudu ve düşüncesiyle de tutsaktır. Kur’an’ın güncelliği, işte tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır: O sadece tarihsel bir kurumu (kölelik) tarif etmemekte, o kurum üzerinden evrensel bir ilkeyi ortaya koymaktadır: Nerede bir insan aşağılanıyor, kullanılıyor, susturuluyor ya da zincirleniyorsa; orada Kur’an’ın “akabeyi tırman” çağrısı geçerli olmaktadır. Çünkü hakikat sadece zamanlara değil, insanın fıtratına hitap eder.

“Kıtlık zamanında yemek yedirmektir.” Kur’an, sarp yokuşu tırmanma yolculuğunun ilk adımı olarak فَكُّ رَقَبَةٍ(bir boynu özgürleştirmeyi) zikrederken, bireyin öncelikle bir başka insanın haysiyetine ve yaşama hakkına duyarlı olmasını ister. Bu, insan onurunu merkeze alan bir özgürlük ahlâkıdır. Fakat Kur’an burada durmaz; 14. âyette bu yüce yürüyüşün ikinci adımını açıklar: “Açlık gününde doyurmaktır.” Bu ifade, sadece infak değil, açlığın, kıtlığın, sistematik yoksulluğun hüküm sürdüğü günlerde yapılan bir infakı işaret eder. Böylece özgürlükle başlayan akabe yolculuğu, merhametle ve zor zamanda paylaşma duyarlılığıyla derinleşir. Çünkü gerçek infak, fazlalıktan vermek değil, kendinde eksiklik varken paylaşabilmektir. Ayette geçen يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ (şiddetli açlık günü), sadece fiziksel kıtlığı değil, toplumsal kriz zamanlarını, doğal afetleri, savaşları ve ekonomik bunalımları da kapsar. Böylece Kur’an, infakı sosyolojik bağlamla bütünleştirerek, ahlâkı zamana karşı duyarlı hâle getirir.

Nörobilimsel araştırmalar, açlık gibi fiziksel ihtiyaçların yoğun olduğu dönemlerde, beynin “kendini koruma” eğiliminde olduğunu, altruistik davranışların azaldığını ortaya koyar. (Escaping affect: How motivated emotion regulation creates insensitivity to mass suffering, 1–15; Depletion makes the heart grow less helpful: Helping as a function of self-regulatory energy and genetic relatedness, 1653–1662.)

Altruistik davranış, kişinin kendi çıkarı ya da faydası olmadan, hatta bazen kendisi için risk taşımasına rağmen başkasının iyiliği için harekette bulunması demektir. Türkçeye “diğerkâmlık” olarak çevrilir. Ancak Kur’an bu biyolojik eğilimi aşan bir irade ve iman çağrısı yapar: “Kıtlıkta doyur!” der. Çünkü hakikat sadece neye sahip olduğunla değil, ne zaman verdiğinle de ölçülür. Bu bağlamda 13. ve 14. âyetler birlikte okunduğunda, bir insanın hem özgürlük mücadelesine omuz verdiği hem de yoksulluğun yükünü taşıdığı bir iyilik modeli inşa edilir. Böylece sarp yokuş, sadece dik değil, derin bir yokuşa dönüşür; kalbin, nefsin ve toplumun yükünü birlikte taşıyan bir ahlâkî yürüyüştür bu. Kur’an’ın sunduğu bu yol, yalnızca iyilik değil, zamanı, duyguyu ve insanlığı kuşatan bir merhamet sistemidir.

“Yakınlığı olan bir yetimi, Ya da yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır.” Bu iki ayet, Allah’a yaklaşmanın sadece ritüellerle değil, merhametin somut tezahürüyle mümkün olduğunu gösteren çarpıcı iki örnektir. Burada zikredilen “yetim”, toplumun en korunmasız bireyidir. Kur’an’da yetimlik sadece bir biyolojik durum değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluğun imtihan alanıdır. Ancak bu ayeti özel kılan şey, yetimin ذَا مَقْرَبَةٍ “yakınlık sahibi” olarak nitelendirilmesidir. Bu ifade, yardıma muhtaç olanın bir yabancı değil, insanın kendi ailesinden veya akrabasından biri olduğunu ortaya koyar. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü çoğu insan, uzaklara yardım eli uzatmakta istekliyken, yakınındakilerin yoksunluğunu görmezden gelebilir. Kur’an, bu ayette tam da bu yakın körlüğünü sarsar. Asıl erdem, uzak diyarlarda değil, yanı başındaki mazlumun farkına varmakta ve ona el uzatmaktadır. Zira yakınlık, sadece kan bağını değil, vicdan yakınlığını da gerektirir. Bu bağlamda ayet, bize şunu öğretir: İnsanın ilk imtihan alanı, en yakınıdır. En çok görüp duyduğun kişiyi görmezden geliyorsan, yeryüzünün ötesine yönelen hayır da eksik kalır.

Allah Teâlâ, “yakın akrabadan yetim” örneğini, toplumun bir başka kırılgan kesimiyle tamamlar: miskîn, yani yoksul. Ancak burada kullanılan ifade sıradan bir yoksulluğu değil, uç noktadaki bir düşkünlüğü tanımlar: ذَا مَتْرَبَةٍtoprağa yapışmış, toprakla kaplanmış, sefaletin dibine vurmuş” bir hâl. Bu ifade, hem fiziksel hem sembolik bir dibi işaret eder: Karnı aç, eli boş, onuru kırılmış, yardım istemeye bile mecali kalmamış bir yoksul… Yani artık tozla, toprakla hemhâl olmuş bir insan.

Kur’an bu ayetle, insanın içindeki rahmet duygusunu en derin sınavla yüzleştirir. Toprağa düşmüş birini kaldırmak; sadece onun karnını doyurmak değil, onurunu da iade etmek demektir. Yardım burada yalnızca maddi bir transfer değil, bir insanlık restorasyonudur. Ayrıca dikkat çekici bir nokta da şudur: Önceki ayette yakınlıktan söz eden Kur’an, bu ayette mesafeyi belirsiz bırakır. Bu da bize şunu öğretir: Merhamet, akrabalıkla sınırlanmaz; bir insan toprakla imtihandaysa, senin onunla aranda mesafe kalmamıştır. Onun toprağa değen yüzü, senin kalbine dokunmalıdır.

Bu iki ayet birlikte, Kur’an’ın “yardım” çağrısını ne kadar derinlikli, bilinçli ve yönlendirilmiş şekilde sunduğunu gösterir. Yardım, duygusal değil; vicdanî ve ahlâkî bir görev olarak tanımlanır.

“Hem sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirlerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” Ve sonra… O kişi, o sarp yokuşu tırmananlardan olur. Yani iman edenlerden, sabrı dilden dile, gönülden gönüle taşıyanlardan, merhameti hayatın merkezine yerleştirip onu başkasına da öğütleyenlerden. İlahi kelam, bu âyette bir hayat portresi çizer: Derin bir imanın kalpte tomurcuklandığı, sabrın bir çınar gibi kök saldığı ve merhametin gölgesinde toplumun nefes aldığı bir hayat! Bu âyet, Beled Suresi’nin bir gâye-i hayat olarak ufkumuza yerleştirdiği ‘akabe’ metaforunun nihayetinde âdeta parlayan yıldız gibidir. Bu tırmanışa adım atanlar yalnız yürümekle kalmaz; ellerinden tuttuklarıyla birlikte yükselirler. İman, bu yürüyüşün ilk soluklanmasıdır. Sadece bir inanç değil, insanın tüm benliğini ilahi huzura teslim ettiği bir diriliştir. Kalbin kıblesi sabitlenir; ruh, fırtınalar içinde bile sükûnet bulur. Bu iman öyle bir kıvılcımdır ki, içi aydınlatmakla kalmaz, dış dünyayı da ısıtır. Onu ‘tavsiye’ takip eder. Yani inancı kendine hapsetmeyip, kelimeyi eyleme, duyguyu aksiyona dönüştürme hali. Sabrı tavsiye, sadece kendi yükünü taşımak değil; başkasının da yükünü omuzlamaya çağrıdır. Zorluk anında dimdik durup, başkasına da o dimdik duruşun ilhamını vermektir. Ve nihayet merhameti tavsiye… Merhamet, sadece duygusal bir sığınak değil; bir varoluş biçimi, bir duruş, bir iletişim dilidir. Tavsiye etmek, “sen de ol” demek değil; “bak, ben yaşıyorum, gel birlikte olalım” demektir. Üstelik Kur’an, “tavsiye” fiilini ‘tefâul’ kalıbında kullanarak bu çağrının karşılıklı bir dayanışma, bir yardımlaşma olduğunu vurgular. Bu, sadece nasihat değil; bir yaşam biçiminin başkasına taşması, bir kardeşlik köprüsünün inşasıdır. İman içe doğar, sabır dışarı taşar, merhamet toplumda yankı bulur. Bu âyetle birlikte insan, Rabbine kul olurken topluma da yoldaş olur. Hem Rabbiyle hem kendisiyle hem de çevresiyle kurduğu bağda bir bütün olur. Bu sebeple, Beled Suresi 17. âyet, bir insanın hem iç âlemindeki fırtınalara hem de dış dünyadaki dağlara karşı direniş manifestosudur. Merhametle yürüyen, sabırla yükselen ve imanla sabit kalan bir kulun portresidir.

“İşte hesap defterleri sağ ellerine verilecek olanlar bunlardır.” Bu ayet, bir hüküm cümlesi değildir sadece! Bir ilâhî lütfun daha dünya hayatındayken ilamı ve bir yaşam tarzının ödüllendirileceğinin vaat edilmesidir. Allah Teâlâ, önceki ayetlerde “iman eden, sabrı ve merhameti tavsiye eden” bir insan profili çizmiş; sonra da bu doğrultuda bir hayat yaşayanlar için bu Kur’ânî ifadelerle adetâ manevî bir ödül merasimi tertip etmiştir: أُو۬لَٰٓئِكَ “İşte onlar…” Onlar ki, her türlü boyunduruğu çözüp insanları hürriyetlerine kavuşturan, açlıkla kavrulunan bir günde lokmasını paylaşarak bir yetimin mahzun bakışına ümit olabilen, açlıktan iki büklüm vaziyette toprağa yapışmış bir yoksulu yerden kaldıran ve böylece akabeleri bir bir aşıp imanın tadına varan, sonra sahip olduğu bütün bu faziletleri insanlıkla buluşturmaya çalışan kutlu kişilerdir. Evet onlar, أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ ashâb-ı meymeneh’dir. Ashâbu’l-meymeneh’ ifadesi hem dil hem de Kur’an kültürü açısından zengin anlam katmanlarını bünyesinde barındıran bir kavramdır. Arapçada “ashâb” kelimesi bir şeye aidiyeti, yakınlığı ve mensubiyeti ifade ederken, “meymeneh” kelimesi hem “sağ taraf” hem de “uğur, bereket, hayır” anlamlarına gelir. (el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, s. 552.) Bu bağlamda ‘ashâbu’l-meymeneh’ hem yön olarak sağda olanları, hem de anlam düzleminde iyilik ve hayır ehlini anlatır. Kur’an’da özellikle Vâkıa Suresi’nde geçen bu tabir, hesap gününde defterleri sağdan verilen, yani kurtuluşa eren müminleri tanımlar. Aynı zamanda bu ifade, zıddı olan “ashâbu’l-meş’emeh” (sol ehli, uğursuzluk ve hüsran ehli) kavramıyla birlikte düşünülerek ahlâki ve amelî bir ayrımı da ortaya koyar. Kur’anî sembolizmde sağ taraf, iman, istikamet, merhamet ve salih amelin sembolü olarak görülür. Bu yüzden ‘ashâbu’l-meymeneh’, sadece bireysel bir kurtuluşu değil; aynı zamanda toplumu iyilikle yoğuran, sorumluluk ve adalet bilinciyle yaşayan bir ahlakî kimliği de temsil eder. ‘Ashâb-ı meymeneh’ mecazla örgülenmiş bir unvandır: Sağın dostları, kutlu yolun yolcuları, rahmet ve merhametin tarafında bir hayat sürmüş olanlar…

“Ayetlerimizi inkâr edenlerin hesap defterleri ise, sol ellerine verilecektir. Onların cezası da, kapıları, üzerlerine sımsıkı kapatılmış ateş deposuna konulmak olacaktır.” Ashâbu’l-Meymeneh’in hemen ardından gelen bu iki âyet, Kur’an’ın ikili kutupluluk (dualite) üzerinden inşa ettiği değerler sisteminin diğer yüzünü ortaya koyar: Ashâbu’l-Meşʾemeh. Ayet, Kur’an’ın hem ahlâkî hem metafizik boyutta ortaya koyduğu bir gerçekliği veciz bir şekilde bildirir: Hakikate sırt çevirenlerin sonu kapatılmış bir ateştir. Burada kullanılan fiil كَفَرُوا (inkâr ettiler, kâfir oldular) fiilidir. Kök anlamı “örtmek” olan bu kelime, burada gerçeği bile bile reddetmeyi, ilahi çağrıyı duymazdan gelmeyi anlatır. Âyet, bu kişilerin en temel özelliğini “bi-âyâtinâ” (âyetlerimizi) ifadesiyle ortaya koyar. Bu yalnızca Beled Suresi’nde özendirilen lafzî Kur’ân âyetlerini değil, evrenin varlık diliyle dile getirdiği kevnî ayetleri de kapsar. Yani hem metne hem de varlığa karşı körleşmiş bir inkârdır bu.

Kur’an’ın en çarpıcı anlatım biçimlerinden biri burada da kendini gösterir: Bu kimseler sadece inkâr edenler olarak tanıtılmaz; aktif bir muhalefet, bir karşı duruş sergileyen, âdeta âyetlere karşı savaş ilan eden bir pozisyona yerleştirilirler. Bu, bilinçli ve iradi bir inkârın ifadesidir. Hakkı bilip de seçmemek… İşte Kur’an, bunu amelî ve ahlakî bir çöküş olarak resmeder: “Ashâbu’l-Meşʾemeh” ifadesi, “Ashâbu’l-Meymeneh” ile hem fonetik hem de semantik olarak tezat oluşturur. “Meşʾemeh” kelimesi, şu’m (مءش) kökünden gelir; bu kök Arap dilinde uğursuzluk, karanlık, sol taraf, felaket gibi anlamlar taşır. Aynı zamanda bu, “sol el”, “kötülüğün tarafı”, “hayırdan uzak olma hâli” anlamlarını da içerir. (Mu‘cemü mekâyîsi’l-lüga, III, 239.) Kur’an’daki “ashâbu’l-meşʾemeh”, sadece hesap defteri sola verilen bir teknik tasvir değil, aynı zamanda şer tarafına meyleten zihinsel, ahlâkî ve toplumsal bir duruşu ifade eder. Bu kelimenin tercih edilmesi, psikolojik bir tabloyu da resmeder: Allah’ın açık ayetleri karşısında susan, inkar eden, umursamayan ve nefsine tapan birey, kendini “uğursuzluk hattı”na mahkûm eder. Artık o sadece “bir inkârcı” değil, aynı zamanda karanlığın sadık bir dostudur.

“Onların cezası da, kapıları, üzerlerine sımsıkı kapatılmış ateş deposuna konulmak olacaktır.” Bu âyetin çarpıcılığı, adeta tek bir kelimede yoğunlaşır: مُّؤْصَدَةٌ (mu’sadeh). د ص و (vâv – sâd – dâl) harflerinden oluşan kök, bir şeyin başka bir şeye eklenmesi veya katılması anlamına gelir. Bu kökten türeyen أوصدتُ الباب ifadesi, ‘kapıyı kapattım’ demektir. الوصيد, kökleri birbirine yakın şekilde bitmiş bitkilere verilen addır. Aynı kelime, evin hemen bitişiğindeki avlu ya da giriş alanı için de kullanılır; çünkü evle bitişik ve bağlantılıdır. المُؤصَد ise kapalı, örtülmüş, mühürlenmiş anlamına gelir. (Mu‘cemü mekâyîsi’l-lüga, VI, 117; el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, 872.)

Kur’an-ı Kerîm’de bu kökten türetilmiş olarak, “Şüphesiz o (cehennem), onların üzerlerine kapatılmıştır” (Hümeze, 104/8) âyetinde geçmektedir. مُؤْصَدَةٌ kelimesi, kökü itibariyle bir şeyin başka bir şeye eklenip tamamen kapatılmasını ifade eder. Kur’an’da bu kelime az sayıda geçse de; her defasında kaçışı imkânsız, mühürlü bir azabı anlatır.

Beled Sûresi’nin son âyetinde geçen عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ ifadesi, sadece cehennemin kapılarının sıkıca kapanmış olduğunu değil, aslında bu kişilerin tüm kaçış yollarının ilahi adaletle mühürlendiğini bildirir. Bu kelime, hem fiziksel anlamda cehennemin kapılarının kapanmasını, hem de sembolik olarak inkârcı ruhun artık hiçbir rahmet kapısına erişemeyecek kadar kararmış olmasını anlatır.

Bu sûrede çizilen insan tipolojisi çarpıcıdır: Kendini yeterli gören, malını gösteriş için tüketen, iyiliğin dik yokuşuna yönelmeyen, ihtiyaç sahibi yakınlarını ve yoksulları görmezden gelen ve sonunda Allah’ın ayetlerine sırt çeviren insan… İşte bu kişi, hem dünyada ruhunu fakirleştirmiş hem de âhirette çıkışsız bir azaba mahkûm olmuştur. Oysa insanın önüne iki açık yol konulmuştur: Biri sabır, şefkat, merhamet, iman ve paylaşma ile çıkılan “akabe”; diğeri ise kibir, bencillik ve inkârla alçalan bir iniştir.

Kur’an’ın merhamet testi, sadece ahlâkî bir çağrı değil, aynı zamanda evrensel bir uyarıdır: Eğer insan, sahip olduğunu zannettiklerini sadece kendine saklarsa; eğer kendine lütfedilen nimetlerle başkalarının yükünü hafifletmezse; eğer gözünü kapatır, dilini susturur ve kalbini mühürlerse, sonunda onu bekleyen şey, ateşin sımsıkı kapatılmış kapılarıdır. Ama eğer “akabe”yi seçerse; yani karanlığı delen, suskunluğu bozan ve yüreği merhametle atan bir insan olursa, işte o zaman Allah’ın lütuf kapıları ardına kadar açılır. Ve bu kapı, dünyada erdemin, âhirette ise selâmetin kapısı olan vahdet kapısıdır.

**

Kaynaklar:

İbn Fâris, Mu‘cemü mekâyîsi’l-lüga, III, VI.

Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân.

Cameron, C. D., Payne, B. K. (2011). “Escaping affect: How motivated emotion regulation creates insensitivity to mass suffering.” Journal of Personality and Social Psychology, 100(1), 1–15.

DeWall, C. N., Baumeister, R. F., Gailliot, M. T., & Maner, J. K. (2008). “Depletion makes the heart grow less helpful: Helping as a function of self-regulatory energy and genetic relatedness.” Personality and Social Psychology Bulletin, 34(12), 1653–1662.

You may also like

Leave a Comment