Anasayfa » Şettâ’dan Sekîneye Yolculuk

Şettâ’dan Sekîneye Yolculuk

Leyl Sûresi'nin İlk Dört Âyetinin İzdüşümünde

Yazar: Dr. Ahmet Yılmaz

Leyl Sûresi’nin ilk dört âyeti; insicamı insanın iç ritmine dokunan ilâhî bir varoluş senfonisinin ön sözü mesabesindedir. 

“Karanlığı ile Bürüdüğü Zaman Gece Hakkı İçin!” (1)

Arap dilinde; “gündüzün hemen ardı, gündüzü takip eden ve başlangıcı günün batması olan zaman dilimi” olarak tarif edilen (İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, l-y-l maddesi, XI, s. 607.) ‘leyl’ kelimesi, aynı zamanda Kur’ânî bir kavram olup, birçok vesileyle zikredilmiştir. Ve hatta, gündüz anlamına gelen ‘nehâr’ kelimesine kıyasla daha fazla sayıda kullanılmıştır. Leyl farklı türevleriyle birlikte 92 defa, nehâr ise 57 defa serdedilmiştir. Bu durum, insanı gecenin mana ve mahiyetine dair derin bir tefekküre ve ilahi daveti hissetmeye yönlendirmektedir.

Gece, her şeyi örten, sesleri bastıran, gözleri daldıran bir kudret örtüsüdür. Geceye verilen bu yemin, sadece bir zaman dilimine değil, bir hâle, bir tecellîye, bir varoluş yolculuğuna işaret eder. Zira gece; gizemin, sırra açılan kapının remzi gibidir. Allah Teâlâ, ilk bakışta belirsizlik ya da hiçlik zannedilebilecek bu zaman dilimini, bir metafor olarak nazarlarımıza sunmakta ve tefekküre kapı aralamaktadır. Zira gece, sadece ışığın yokluğu değil; iç dünyaya dönüşün ve hakikate yönelişin adıdır. Sadece yeryüzünü değil, kalpleri de örter gece. Gündüzün gürültüsünü susturur, düşünceye yol aralar ve mananın inkişafına zemin hazırlar. Bu yorumu destekleyen bir diğer husus da âyetin îcâzı ve dilbilgisel ifade tarzıdır. Ayette geçen “يَغْشَىٰ” fiili Arapçada müteaddî yani geçişli bir fiil olmasına rağmen, ayette açık bir mef’ûl (belirtili nesne) zikredilmemiştir. Halbuki geçişli fiiller bir nesne talep ederler. Bu durum, Kur’an’ın belâgat ve îcaz (özlü anlatım) üslubunun bir yansıması olarak değerlendirilmiştir. Fiilin nesnesinin kasıtlı olarak hazfedilmesi, mesajın kapsamını genişletir ve etkili bir anlatımla gece karanlığının yüksek potansiyeline işaret eder.

Bu karanlık örtünün arka planında Hâlık-ı Bârî’nin hikmetle vazettiği kozmik bir ritim vardır. Gece ve gündüzün oluşumu, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesiyle gerçekleşir. Yaklaşık 23,5 derece eğik olan bu eksen, dünyanın güneş etrafındaki yörüngesiyle birleştiğinde adeta ilahi bir senfoni seslendirilmeye başlanır ve gezegenin farklı bölgeleri gün içinde farklı oranlarda gün ışığı alır. Bu sürekli dönüş hareketi sayesinde bir yarımküre aydınlanırken, diğeri karanlıkta kalır; böylece gece ve gündüz döngüsü oluşur. Bu olgu, sadece zamanın değil; aynı zamanda biyolojik ritimlerin, iklimsel denge sistemlerinin ve enerji döngülerinin temelini oluşturur. Kozmolojik düzeyde bu süreç; dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü, güneş ışığının doğrusal etki alanı ve dönme periyodu gibi fiziksel prensiplere dayanır ve evrendeki ilâhî düzenin matematiksel ve termodinamik bir iz düşümüdür. 

Bütün bu tezahürler bağlamında, gecenin gelişi ürkütücü bir sessizlik değil; ulûhiyet ve rubûbiyet mühürlü kozmik devinimin içindeki ritmik bir denge ve bir huzur hâlidir. Marifetullah nazarıyla kalbini gecenin huzuruyla buluşturabilen bir gönül; varlıkların büyük çoğunluğunun kendisi için gizli, sırlarla örtülü ve çoğu zaman akılla kuşatılamayacak kadar çok buutlu; fakat bir o kadar da derin etkiler taşıyan yönlerini derinden hissetmeye başlar. 

Gecenin her şeyi örten siyah örtüsü indiğinde, zihinler sükûta ve kalpler de içe döner. İşte o vakit, karanlığın en koyu yerinde kıyâma durma ve böylece ruhu kıvâma erdirme bağlamında gece ibadeti adeta tükenmez bir kandil gibi ufukta belirir. Burada kıyâm -yani Allah’ın huzurunda dimdik ayakta duruş-, insanın hem bedenini hem de ruhunu toparlayan bir denge halidir. Kıvâm ise, bu duruşun iç tutarlılığını ve ruhun dinginliğini yansıtır. Kıyâm ve kıvâm işte bu yüzden hem şekil hem mana yönünden birbiriyle derin bir uyum içindedir! Geceyi var eden Allah Teâlâ’ya zifiri sessizlikte yönelen bir mümin, gecenin sır perdelerini aralamaya başlar. Ve elbette o yamaçlarda cevelân etmesi ve ilahi sırlara aşinalığı mesabesinde; nev-i şahsına münhasır iç ve dış tabiatıyla ve ilahi varidatın sağanak yağışları altında, kendini gecenin sessizliğine salan ve adeta ibadetleşen (Bkz. Buhârî, Tefsîru sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81) Hakikat Rehberi’nin (s.a.s.) o yüce ufkuna vukûfiyet kesp etmeye başlar.

Gece aynı zamanda dinlenme ve toparlanma zamanıdır. Modern nörobilim de bunu desteklemektedir. Gece uykusu, beynin bilgi işleme ve toksinleri temizleme zamanıdır. Gündüz ise karar, öğrenme ve aksiyon vaktidir. Melatonin gece salgılanır, kortizol ise sabah zirve yapar.(((Fatih Özçelik, Murat Erdem, Abdullah Bolu, Murat Gülsün, “Melatonin: Genel Özellikleri ve Psikiyatrik Bozukluklardaki Rolü”, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 2013;5 (2), s. 180; Özüm Büke Atasoy, Oytun Erbaş, “Melatonin hormonunun fizyolojik etkileri”, FNG & Bilim Tıp Dergisi 2017;3 (1), s. 55.))) 

İlahi düzenin bir yansıması olarak, insanın biyolojik yapısı da geceyi dinlenme, gündüzü ise eylem zamanı olarak benimsemiştir. Allah’ın yemin ettiği bu döngü hem gökte hem bedenimizde işlemektedir. Bedenle ruhun ritmi, zamanın ritmine ne kadar uyarsa, insan o kadar sağlıklı, dengeli, huzurlu olur. 

Açılıp Parladığı Zaman Gündüz Hakkı İçin!” (2)

Gece ne kadar örterse örtsün, eninde sonunda ufukta beliren, “tecelli” eden bir gündüz vardır. Gündüz, tüm berraklığıyla ortaya çıktığında… Bu muhteşem döngü adeta kâinatın nefesi gibidir; gece çekilir, gündüz salınır. Tecelli, sadece ışığın doğması değil; ilahi bir zuhûrun, bir hakikatin işaretidir. Gündüzle birlikte her şey görünür hale gelir, netleşir. Gece, örtü ise; gündüz, aynadır. Örtülen kalp, gündüzde sınanır; gece edilen niyet, gündüzde aksiyona dönüşür. Geceyle düşünce başlar, gündüzle fiil belirir. 

Ayet-i kerimede serdedilen tecelli kelimesinin tefa‘ul vezninden gelişi, bize adeta hakikatin birdenbire değil, sabırla, ilmik ilmik örülerek, aşama aşama, karanlığın katmanlarını delerek belirdiğini fısıldar. Bu vezin, zorluğu ve sürekliliği içinde taşır; tıpkı gecenin örtüsünden sıyrılarak doğan bir sabah aydınlığı gibi, tecelli de meşakkatle örülmüş bir yolculuğun ardından kalbe iner. Bu hitap, sadece fiziki bir aydınlığı değil, ruhun da zamanla, mücadeleyle, gecenin siyah zülüflerindeki içli niyazlarla nurlanmasını anlatır. Tecelli, hakikatin azim ve gayret neticesinde ufukta tüllenmesidir.

“Erkek ve Dişiyi Yaratana Andolsun!” (3)

İşte bu ritmik ahengin ardından gelen vurucu hakikat:“Erkek ve dişiyi yaratana andolsun.” Gece ve gündüz gibi, insan da çift kutuplu yaratılmıştır. Bu, cinsiyet ayrımına dayalı bir tasnif değildir. Yaratılışın bütününe sinmiş zıtlıklar içindeki uyumun ilanıdır. Ne gece, gündüzsüz anlamlıdır ne de erkek, dişisiz tamdır. Varlığın bütünü, zıtların beraberliğinde tezahür eder. Allah Teâlâ bu dualiteyi yaratmakla, aynı zamanda insana dengeyi, hikmeti ve uyumu keşfetmenin yollarını gösterir.

Modern biyolojide de her şey bu çift kutuplulukla örülüdür. DNA’nın yapısı, zıt kutuplu ipliklerin birbirini tamamlamasıyla mümkündür. Pozitif ve negatif yükler, proton ve elektronlar, madde ve antimadde… Hangi düzeye inilirse inilsin, bu “çift olma ilkesi” dikkatli nazarlardan kaçamaz. Ekonomide de arz ve talep dengesi, üretim ve tüketim döngüsü, bir denge yasasının yansımasıdır. Erkek ve dişi, yalnızca insan biyolojisinin değil, dünya ekonomisinin, sosyolojisinin ve medeniyetinin temelidir.

“Şüphesiz Sizin Çabalarınız Çeşit Çeşittir.” (4)

Ancak bu ahenkli evrensel düzene rağmen, insanın çabası çoğu kez parçalı ve dağınıktır: شَتَّىٰ kelimesi شَتِيت kelimesinin çoğuludur ve ihtilaf ve tabâ‘ud anlamına hamledilmiştir. (İbn Fâris, Mu‘cemu mekâyîsi’l-lüga, III, 177.)

Kur’ânî bir kavram olarak “شَتَّىٰ” (şettâ) kelimesi, üç yerde zikredilmektedir. Tâhâ Sûresi 53. ayette, Allah’ın (c.c.) yeryüzünde bitkileri “çeşit çeşit” yaratmasından söz edilirken, “şettâ” kelimesi olumlu bir çeşitliliği, yani yaratılıştaki zenginliği ve hikmeti ifade eder. Bu kullanımda, kelime Allah’ın kudretine ve estetik sanatına işaret eden bir delil gibidir. Haşr Sûresi 14. ayette ise kelime, zahiren birlik görüntüsü veren ama içten içe bölünmüş ve güven duygusunu kaybetmiş bir topluluğun durumunu anlatmak için kullanılır. Burada “şettâ”, kalbî ve zihinsel bir dağınıklığı, yani ilahi düzenden sapmanın ve içsel uyumsuzluğun bir göstergesidir. Üzerinde durduğumuz Leyl Sûresi 4. ayette ise “şettâ”, insanların dünya hayatındaki amellerinin ve niyetlerinin birbirinden farklı oluşuna işaret eder. Âyetteki “inne” ifadesi, cümleye kesinlik ve vurgu katan bir pekiştirme edatıdır. “Sa‘yekum” ifadesi “sizin çabalarınız” anlamına gelir. “Le” harfi, haber faslına yerleştirilen ikinci bir pekiştirme unsurudur. Bu bağlamda kelime, başlangıçta nötr bir anlam taşır. Fakat ayetin devamında bu farklı yönelişlerin kimini hidayet ve infaka, kimini ise inkâr ve bencilliğe götürdüğü belirtilir ve anlamlı bir tasnife kavuşur. Böylece “şettâ” kelimesi, Kur’an’da hem varlıkların yaratılışındaki estetik çeşitliliği hem kalplerin parçalanmışlığını hem de insan çabalarının ahlaki yönünü yansıtan çok boyutlu bir anahtar kavram hâline gelir.

Bu doğrultuda, söz konusu ayette bir yandan ilahi bir uyarı ve dikkat çekme vardır, diğer yandan da insan eylemlerinin farklı yönlere doğru seyrettiğine dair bir tespit yer alır. Zira gece-gündüz döngüsü düzenlidir, erkek-dişi yaratılışı dengelidir; fakat insanın yönelişleri çoğu zaman bu düzene mukabil bir dağınıklık arz eder. Kimi hidayet yoluna yönelir, kimi dalâlet yokuşlarında kıvranır. Kimi amelini ihlâsla işler, kimi ise riyakâr bir çabayla görünür olmanın peşindedir. Burada geçen “şettâ”; niyet, hedef, yön, yöntem ve sonuç bakımından çeşitliliği ifade eder. Aslında bu dağınıklık mutlak bir olumsuzluk değil, kişinin yönelişine bağlı olarak farklı sonuçlara yol açan bir ayrışmadır. Yani “şettâ” kelimesi, insan çabasının yönünü ve kalitesini belirleyen bir yol ayrımını işaret eder: Ya ilahi nizama katılırsın ya da ondan koparsın.

Modern çağ, bireye birçok seçenek sunarken aynı zamanda ona yönsüzlüğü de dikte etmiştir. İnsanın çabası, evrenin düzenine ve yaratılışın fıtratına uygun düşmediğinde hem ruhen hem de toplumsal olarak yorgunluk olmaktadır. 

O hâlde, düşünen ve iradesiyle birtakım tercihlerde bulunup duran insan için esas soru şudur: Onun sa‘y ve gayreti, şu hikmetlerle bezenmiş düzene eşlik mi edecektir, yoksa ona karşı bir direnç mi üretecektir? Geceyle gündüzün, erkekle dişinin dengeli yaratılışında tecelli eden ilahî ahenk, insanda da karşılığını bulabilecek midir? 

Yoksa insan, bu nizama sırt çevirerek kendi iç dengesini de mi yitirecektir?

Bu soru; cevabı, vicdanlı kalplerde çağlayan ve sâlih amellerle yüceltilen (Bkz. Fâtır Suresi, 35:10.) bir davettir.

You may also like

Leave a Comment